MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Filozoflarının Felsefi Görüşlerinin Analizi

📅 12 Eylül 2025|10 Eylül 2025
Bikifi

Bikifi’de aç → Reklamsız, kesintisiz öğren!

Reklamsız, odaklanmış çalışma

Notunu favorilerine kaydet ve kaybetme

Kaldığın yerden otomatik devam et

Not çalışma yüzdeni otomatik takip et

Tamamen ÜCRETSİZ→250 000+ öğrenciye katıl, ders çalış, yorum yap!

Güncel
MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Filozoflarının Felsefi Görüşlerinin Analizi

Konu Özeti

MS 2-15. yüzyıl felsefesi, din ve aklı uzlaştırarak insan, toplum ve hakikat sorularına cevap aradı. Augustinus’un kötülük problemi, Fârâbî’nin erdemli şehir, İbn Sînâ’nın varlık mertebeleri, Gazâlî’nin kalp gözü ve İbn Rüşd’ün din-felsefe uyumu, modern düşünceyi şekillendirdi.

Bu konuda
  • Augustinus’un kötülük problemi ve Tanrı Sözü kavramını
  • Fârâbî’nin erdemli şehir ve filozof-yönetici anlayışını
  • İbn Sînâ’nın varlık mertebeleri ve alegorik anlatımını
  • Gazâlî’nin kalp gözü ve kesin bilgi arayışını
  • ... ve 1 konu daha

öğreneceksiniz.
Reklamsız Bikifi Mobil Uygulaması!

Ortaçağ felsefesi denildiğinde, MS 2. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar uzanan geniş bir dönemden bahsediyoruz. Bu dönem, antik felsefenin sona ermesi ve modern felsefenin başlaması arasında köprü görevi görmüştür. Ortaçağ filozofları, hem dini inançlarını hem de felsefi düşüncelerini bir arada tutmaya çalışmışlardır. Bu dönemde yaşamış düşünürler, bugün hala tartıştığımız pek çok soruya cevap aramışlardır: İyilik ve kötülük nedir? İdeal toplum nasıl olmalıdır? Bilgiye nasıl ulaşırız? Din ve felsefe birbiriyle çelişir mi?

Bu derste, Ortaçağ’ın en önemli filozoflarından beşini tanıyacağız: Augustinus, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazâlî ve İbn Rüşd. Her biri farklı coğrafyalardan gelse de, benzer sorulara cevap aramışlardır. Augustinus Batı’da Hıristiyan felsefesinin temellerini atarken, İslam dünyasındaki filozoflar da kendi inançları çerçevesinde felsefi sistemler geliştirmişlerdir. Bu düşünürlerin fikirleri, sadece kendi dönemlerini değil, günümüz düşünce dünyasını da etkilemeye devam etmektedir.

Dönemin Genel Özellikleri

Ortaçağ felsefesinin en belirgin özelliği, dini inançlarla felsefi düşüncenin bir arada yürütülmeye çalışılmasıdır. Bu dönemde filozoflar, kutsal kitaplardaki öğretilerle antik Yunan felsefesini, özellikle Platon ve Aristoteles’in fikirlerini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Dönemin düşünürleri için en önemli soru şuydu: Akıl yoluyla ulaştığımız bilgiler ile vahiy yoluyla gelen bilgiler arasında bir çelişki var mıdır? Eğer yoksa, bu iki bilgi türü nasıl bir araya getirilebilir?

Ortaçağ filozofları aynı zamanda toplumsal düzen konusunda da derinlemesine düşünmüşlerdir. İdeal yönetim nasıl olmalıdır? Filozofların toplumda nasıl bir rolü vardır? Halkın eğitimi nasıl sağlanmalıdır? Bu sorular, dönemin düşünürlerinin eserlerinde sıkça karşımıza çıkar. Ayrıca bu dönemde alegorik anlatım, yani sembolik hikayeler yoluyla felsefi fikirlerin aktarılması yaygın bir yöntem haline gelmiştir.

Augustinus ve İtiraflar

Augustinus (354-430), Batı felsefesinin en etkili düşünürlerinden biridir. “İtiraflar” adlı eserinde kendi hayat hikayesini anlatırken, aslında insanın Tanrı’ya ulaşma yolculuğunu da tasvir eder. Augustinus’un felsefesinde en önemli konulardan biri, insanın içindeki çelişkiler ve bu çelişkilerin nasıl aşılacağıdır. Genç yaşlarında dünyevi zevklere düşkün olan Augustinus, sonrasında bu hayattan vazgeçerek kendini tamamen dine ve felsefeye adamıştır.

Augustinus’un düşüncesinde töz (bir şeyin özü, değişmeyen varlığı) kavramı merkezi bir yer tutar. Ona göre gerçek töz sadece Tanrı’dır, çünkü sadece O değişmez ve mutlaktır. Diğer tüm varlıklar Tanrı’dan pay aldıkları ölçüde var olurlar. Bu düşünce, Ortaçağ boyunca pek çok filozofu etkilemiştir.

Kötülük Problemi

Kötülük* problemi, Augustinus’un en çok kafa yorduğu konulardan biridir. Eğer Tanrı mutlak iyi ise ve her şeyi yaratmışsa, kötülük nereden gelir? Bu soru, yüzyıllardır filozofları meşgul etmiştir. Augustinus’un bu soruya verdiği cevap oldukça özgündür: Ona göre kötülük aslında bir varlık değil, bir yokluktur. Nasıl karanlık ışığın yokluğuysa, kötülük de iyiliğin yokluğudur.

Augustinus bu düşüncesini günlük hayattan örneklerle açıklar. Mesela bir elmayı düşünün. Elma taze ve sağlıklıyken iyidir, çürümeye başladığında ise kötüleşir. Ama bu kötülük, elmaya dışarıdan eklenen bir şey değildir; elmadaki iyiliğin azalması, bozulmasıdır. Benzer şekilde, insandaki kötülük de Tanrı’dan uzaklaşmanın, iyilikten yoksun kalmanın bir sonucudur.

Tanrı ve Yaratılış

Augustinus’a göre yaratılış*, Tanrı’nın özgür iradesinin bir sonucudur. Tanrı, varlıkları yoktan var etmiştir ve bu yaratma eylemi sürekli devam eder. Eğer Tanrı bir an için varlıkları desteklemeyi bıraksa, her şey yok olur. Bu düşünce, tıpkı bir müzisyenin çaldığı melodinin, müzisyen durunca sona ermesi gibidir.

Tanrı Sözü* kavramı, Augustinus felsefesinde özel bir yere sahiptir. Tanrı Sözü (Logos), Tanrı’nın yaratıcı gücünü ve aklını temsil eder. Hıristiyan inancında İsa ile özdeşleştirilen bu kavram, aynı zamanda evrendeki düzen ve ahengin kaynağıdır. Augustinus’a göre Tanrı, her şeyi bu söz aracılığıyla yaratmıştır.

Yaratılışın Kaynağı

Yaratılışın kaynağı Tanrı’nın mutlak iyiliğidir. Augustinus’a göre Tanrı, iyiliğini paylaşmak için varlıkları yaratmıştır. Bu düşünce, bir sanatçının güzellik yaratma arzusuna benzetilebilir. Nasıl bir ressam içindeki güzellik duygusunu tabloya aktarıyorsa, Tanrı da kendi iyiliğini yaratılmış varlıklarda gösterir.

Her yaratılmış varlık, Tanrı’nın iyiliğinden farklı derecelerde pay alır. Melekler daha çok, taşlar daha az pay alır. İnsanlar ise bu hiyerarşide özel bir yerdedir çünkü hem maddi hem de manevi yönleri vardır. Bu yüzden insan, yaratılışın bir özeti gibidir.

Tanrı Sözü Kavramı

Tanrı Sözü, sadece yaratılışın aracı değil, aynı zamanda insanın Tanrı’yı tanıma yoludur. Augustinus’a göre insan aklı, Tanrı Sözü’nden pay aldığı için hakikati kavrayabilir. Bu, tıpkı güneş ışığında görebilmemiz gibidir; nasıl güneş olmadan göremiyorsak, Tanrı Sözü olmadan da hakikati bilemeyiz.

Varlık ve İyilik İlişkisi

Augustinus felsefesinde varlık ve iyilik birbirinden ayrılamaz. “Var olmak iyidir” der Augustinus. Çünkü her varlık, Tanrı tarafından yaratıldığı için bir miktar iyilik taşır. Bir taş bile, var olduğu için iyidir. Kötülük ise bu iyiliğin bozulması, azalmasıdır.

Bu düşünce günlük hayatımızda da karşılık bulur. Mesela hasta olmak kötüdür ama hastalık, bedenin varlığının tamamen yok olması değil, sağlığının bozulmasıdır. Eğer beden tamamen yok olsaydı, hastalık da olmazdı. İşte bu yüzden Augustinus, mutlak kötülüğün olamayacağını söyler; çünkü mutlak kötülük, hiçlik demektir.

Fârâbî ve Erdemli Şehir

Fârâbî (870-950), İslam felsefesinin en önemli isimlerinden biridir. “İkinci Öğretmen” olarak anılan Fârâbî (birinci öğretmen Aristoteles’tir), özellikle siyaset felsefesi alanında özgün fikirler geliştirmiştir. Erdemli Şehir* adlı eserinde, ideal toplumun nasıl olması gerektiğini ayrıntılı olarak anlatır.

Fârâbî’ye göre toplum, tıpkı insan bedeni gibi organik bir bütündür. Nasıl bedende her organın bir görevi varsa, toplumda da her bireyin ve her sınıfın kendine özgü işlevleri vardır. Bu organlar uyum içinde çalıştığında beden sağlıklı olur; toplumun parçaları uyum içinde olduğunda da toplum mutlu ve erdemli olur.

Amir Organ Metaforu

Fârâbî, toplumu açıklarken amir organ (yönetici organ) metaforunu kullanır. İnsan bedeninde kalp nasıl diğer organları yönetiyorsa, toplumda da yönetici diğer bireyleri yönetir. Kalp olmadan beden yaşayamaz; iyi bir yönetici olmadan da toplum düzgün işleyemez.

Bu benzetme sadece basit bir örnek değildir. Fârâbî’ye göre nasıl kalp bedenin en mükemmel organıysa, yönetici de toplumun en erdemli bireyi olmalıdır. Kalp hasta olursa tüm beden hasta olur; yönetici bozuk olursa tüm toplum bozulur. Bu yüzden yöneticinin seçimi ve eğitimi hayati önem taşır.

Erdemli Toplumun Yapısı

Erdemli toplum, herkesin mutluluğa ulaşabildiği toplumdur. Fârâbî’ye göre gerçek mutluluk, sadece erdemli bir toplumda yaşayarak elde edilebilir. Çünkü insan, doğası gereği sosyal bir varlıktır ve başkalarıyla birlikte yaşamaya muhtaçtır. Tek başına yaşayan bir insan, ne kadar yetenekli olursa olsun, gerçek mutluluğa ulaşamaz.

Erdemli toplumda herkes kendi yeteneğine göre bir işle meşgul olur. *Riyasa (yönetim sanatı) bu düzenin kurulmasını ve sürdürülmesini sağlar. Toplumun her üyesi, hem kendi mutluluğu hem de toplumun genel mutluluğu için çalışır. Bu, bir orkestradaki müzisyenlere benzer; herkes kendi enstrümanını çalar ama amaç, güzel bir armoni yaratmaktır.

Yönetici Özellikleri

Fârâbî’ye göre erdemli şehrin yöneticisi, yani imam, özel niteliklere sahip olmalıdır. Bu nitelikler rastgele değil, felsefi bir temele dayanır. Yönetici hem doğuştan yetenekli hem de iyi eğitilmiş olmalıdır. Tıpkı bir doktorun hem yeteneğe hem de tıp eğitimine ihtiyacı olması gibi.

Yönetici aynı zamanda filozof olmalıdır. Çünkü ancak hakikati bilen kişi, toplumu doğru yönlendirebilir. Cahil bir yönetici, körün köre kılavuzluk etmesi gibidir. Fârâbî bu yüzden felsefe eğitimini zorunlu görür.

Doğuştan Sahip Olunması Gereken Özellikler

Fârâbî’ye göre ideal yönetici, bazı özelliklere doğuştan sahip olmalıdır:

  • Keskin bir zekaya sahip olmalı
  • Güçlü bir hafızası olmalı
  • Öğrenmeye istekli olmalı
  • Adaletli bir mizaca sahip olmalı
  • Cesur olmalı
  • Bedensel olarak sağlıklı olmalı

Bu özellikler sonradan kazanılamaz. Nasıl herkes ressam olamıyorsa, herkes de yönetici olamaz. Toplumun iyiliği için, en yetenekli kişinin yönetici olması gerekir.

İradi Meleke ve Tutumlar

Doğuştan gelen özellikler yeterli değildir. Yönetici, eğitim ve tecrübeyle bazı yetenekler de geliştirmelidir:

  • Felsefi düşünce yeteneği
  • Yasaları adil uygulama becerisi
  • Halkla iyi iletişim kurma yeteneği
  • Zor durumlarla başa çıkma tecrübesi
  • Erdemli yaşama alışkanlığı

Bu yetenekler, uzun yılların birikimi ve çabasıyla kazanılır. Bir cerrahın yetişmesi yıllar alır; iyi bir yöneticinin yetişmesi de öyle.

Felsefe ve Siyaset İlişkisi

Fârâbî’ye göre felsefe ve siyaset birbirinden ayrılamaz. Filozof olmayan yönetici eksiktir, yönetmeyen filozof da işlevsizdir. İdeal olan, filozofun yönetmesi veya yöneticinin filozof olmasıdır. Bu düşünce, Platon’un “filozof kral” fikrinin İslami bir yorumudur.

Felsefe, hakikati arar; siyaset ise bu hakikati topluma uygular. Bu ikisi arasındaki ilişki, mimarla inşaat işçisi arasındaki ilişkiye benzer. Mimar (filozof) planı çizer, işçiler (yöneticiler) bu planı hayata geçirir. Plan olmadan bina olmaz, uygulama olmadan da plan kağıt üstünde kalır.

İbn Sînâ ve Hay Bin Yakzan

İbn Sînâ (980-1037), İslam dünyasının en büyük filozoflarından biridir. Batı’da Avicenna olarak tanınan İbn Sînâ, tıp ve felsefe alanında çığır açıcı eserler vermiştir. “Hay Bin Yakzan” adlı eseri, alegorik anlatım (sembolik hikaye anlatma) tekniğinin en güzel örneklerinden biridir.

Hay (Diri) ve Yakzan (Uyanık) isimleri bile semboliktir. Hay, hayatı ve varlığı; Yakzan ise bilinci ve farkındalığı temsil eder. Hikayenin kahramanı olan Hay Bin Yakzan, insanın hakikate ulaşma yolculuğunu simgeler. Bu yolculuk, maddi dünyadan manevi dünyaya doğru bir yükseliştir.

Alegorik Anlatım Tekniği

İbn Sînâ’nın alegorik anlatımı kullanmasının özel bir nedeni vardır. Bazı hakikatler o kadar derindir ki, doğrudan anlatıldığında anlaşılması zordur. Tıpkı güneşe doğrudan bakamamamız gibi, bazı felsefi hakikatlere de doğrudan bakamayız. Sembolik hikayeler, bu hakikatleri dolaylı olarak anlatır.

Alegorik anlatımın bir diğer avantajı, farklı seviyedeki okuyuculara hitap edebilmesidir. Basit bir okuyucu hikayenin yüzeysel anlamını anlar, derin düşünen okuyucu ise altındaki felsefi mesajları keşfeder. Bu, çok katmanlı bir pasta gibidir; herkes kendi damak tadına göre bir katmanın tadını çıkarır.

Varlık Mertebeleri

İbn Sînâ’ya göre varlık, varlık mertebeleri* adı verilen hiyerarşik bir düzende organize olmuştur. En altta madde, en üstte saf akıl vardır. İnsan bu merdivenin ortasında yer alır ve hem aşağıya hem yukarıya hareket edebilir. Bu düşünce, evrenin rastgele değil, belirli bir düzene göre yaratıldığını gösterir.

Her varlık mertebesi, kendinden bir üstteki mertebeye ulaşmaya çalışır. Taşlar bitki olmaya, bitkiler hayvan olmaya, hayvanlar insan olmaya özenir gibidir. İnsan ise etkin akıl (her şeyi bilen ilahi akıl) ile birleşmeye çalışır. Bu, suyun denize ulaşmaya çalışması gibi doğal bir eğilimdir.

Madeni Varlıklar

Varlık mertebesinin en alt basamağında madenler, taşlar ve diğer cansız varlıklar bulunur. Bunlar sadece fiziksel özelliklere sahiptir; büyüme, hareket veya düşünme yetenekleri yoktur. Ancak İbn Sînâ’ya göre bunlar da tamamen değersiz değildir. Her varlık, varolduğu için bir değer taşır.

Madenler pasif görünseler de, evrenin düzeninde önemli bir rol oynarlar. Demir olmasa aletler yapılamaz, toprak olmasa bitkiler yetişemez. Bu yüzden her varlık mertebesi, diğerleri için gereklidir.

Bitkiler Evreni

Bitkiler, madenlere göre daha üst bir mertebededir çünkü yaşama sahiptirler. Büyür, beslenir ve ürerler. Ancak hareket edemez ve hissedemezler. Bir ağaç, toprağa kök salar ve göğe doğru uzanır ama yerinden kımıldayamaz.

Bitkiler alegorik olarak, sadece bedensel ihtiyaçlarıyla yaşayan insanları temsil eder. Yemek, içmek ve uyumaktan başka bir şey düşünmeyen insan, bitkisel hayat yaşar. İbn Sînâ, insanın bu seviyede kalmaması gerektiğini vurgular.

Hayvanlar Evreni

Hayvanlar hem yaşama hem de harekete sahiptir. Hisseder, acı çeker, sevinir ve korkarlar. Ancak akıl yürütemez, soyut düşünemezler. Bir aslan avlanmayı bilir ama neden avlandığını sorgulamaz.

İnsan da hayvansal yönlere sahiptir. Öfke, korku, arzu gibi duygular hayvanlarla ortaktır. Ancak insan, bu duyguları akılla kontrol edebilir. Hayvani dürtülerinin esiri olan insan, potansiyelinin altında yaşar.

İnsan Evreni

İnsan, maddi ve manevi dünya arasında köprüdür. Hem bedensel hem de ruhsal özelliklere sahiptir. Düşünebilir, soyut kavramları anlayabilir, sanat yaratabilir ve Tanrı’yı arayabilir. Bu özellikler insanı diğer varlıklardan ayırır.

İbn Sînâ’ya göre insanın asıl amacı, kendi potansiyelini gerçekleştirmektir. Bu potansiyel, etkin akılla birleşmektir. Nasıl bir tohum ağaç olmaya programlanmışsa, insan da manevi olgunluğa ulaşmaya programlanmıştır.

Bilgi ve Akıl İlişkisi

İbn Sînâ felsefesinde bilgi, aklın etkinliğidir. İnsan aklı, dış dünyadan aldığı verileri işleyerek bilgiye dönüştürür. Bu süreç, bir fabrikanın ham maddeyi işleyip ürün haline getirmesine benzer. Duyu organları ham maddeyi (veriyi) toplar, akıl ise bu veriyi işler.

Ancak İbn Sînâ’ya göre en yüksek bilgi, duyulardan gelmez. Matematik, mantık ve metafizik gibi soyut bilgiler, doğrudan akıldan gelir. Bu bilgilere ulaşmak için etkin akılla bağlantı kurmak gerekir. Bu bağlantı, ruhsal arınma ve felsefi düşünce yoluyla sağlanır.

Gazâlî ve Kalp Gözü

Gazâlî (1058-1111), İslam düşünce tarihinin en etkili isimlerinden biridir. Hem filozof hem de mutasavvıf olan Gazâlî, aklın sınırlarını ve kalp gözü* kavramını detaylıca işlemiştir. Hayatının bir döneminde derin bir şüphe krizi yaşayan Gazâlî, kesin bilgiye nasıl ulaşılacağını sorgulamıştır.

Gazâlî’nin felsefesi, kişisel tecrübelerine dayanır. Bağdat’ta ünlü bir profesörken, bildiklerinden şüphe etmeye başlamış ve her şeyi yeniden sorgulamıştır. Bu sorgulama onu mistik tecrübeye yöneltmiş ve nur* (ilahi ışık) kavramını geliştirmesine yol açmıştır.

Bilgi Eleştirisi

Gazâlî, bilginin güvenilirliğini sistematik olarak sorgular. Önce duyu bilgisini, sonra akıl bilgisini eleştirir. Amacı yıkıcı değil, yapıcıdır: Kesin bilgi* (şüphe edilemez bilgi) arayışındadır. Bu arayış, bir dedektifin ipuçlarını tek tek elemesine benzer.

Gazâlî’ye göre çoğu insan, sorgulamadan kabul ettiği bilgilerle yaşar. Oysa gerçek filozof, her bilgiyi sınamalı ve ancak kesin olanı kabul etmelidir. Bu tutum, bilimsel yöntemin de temelidir.

Duyu Bilgisinin Güvenilirliği

Duyu bilgisi, görme, işitme, dokunma gibi duyulardan gelen bilgidir. Gazâlî, bu bilginin güvenilmez olduğunu örneklerle gösterir. Uzaktaki dağlar mavi görünür ama yaklaştığımızda mavi değildir. Çubuk suya batırıldığında kırık görünür ama aslında düzdür.

Rüyada gördüklerimizi gerçek sanırız ama uyandığımızda yanıldığımızı anlarız. Peki ya şu an yaşadığımız da bir rüya ise? Gazâlî bu soruyla, duyu bilgisinin mutlak güvenilir olmadığını gösterir. Modern felsefede Descartes’ın da benzer sorular sorması ilginçtir.

Akıl Bilgisinin Sınırları

Akıl bilgisi, mantık ve matematik gibi soyut düşünceden gelen bilgidir. İlk bakışta güvenilir görünür; 2+2=4 her zaman doğrudur. Ancak Gazâlî, aklın da sınırları olduğunu söyler. Akıl, maddi dünyayı anlayabilir ama manevi gerçekleri tam olarak kavrayamaz.

Gazâlî şöyle bir örnek verir: Karınca, iki boyutlu dünyada yaşar ve üçüncü boyutu anlayamaz. Belki de insan aklı da böyledir; anlayabildiği boyutlar vardır ama ötesini kavrayamaz. Bu yüzden salt akılla Tanrı’yı ve manevi gerçekleri tam olarak bilemeyiz.

Kesin Bilgi Arayışı

Gazâlî’nin kesin bilgi arayışı, onu tasavvufa yöneltir. Ona göre kesin bilgi, ne duyulardan ne de salt akıldan gelir. Kesin bilgi, kalp gözüyle elde edilen doğrudan tecrübedir. Bu tecrübe, tıpkı tadarak bilmek gibidir; balın tadını ancak tadarak bilebilirsiniz.

Kesin bilgi aynı zamanda şüphe edilemez bilgidir. Güneşin varlığından nasıl şüphe edemiyorsak, kalp gözüyle görülen hakikatlerden de şüphe edilemez. Ancak bu göz, herkes açık değildir. Açılması için manevi temizlik ve çaba gerekir.

Kalp Gözü ve Nur Kavramı

Kalp gözü, Gazâlî felsefesinin merkezindeki kavramlardan biridir. Bu, fiziksel kalp değil, insanın manevi merkezidir. Nasıl bedensel gözle maddi dünyayı görüyorsak, kalp gözüyle de manevi gerçekleri görürüz. Ancak bu göz, günahlar ve dünyevi kaygılarla körelebilir.

Nur, ilahi ışıktır ve hakikatin kaynağıdır. Gazâlî’ye göre Tanrı, nurların nurudur. Tüm bilgi ve aydınlanma bu nurdan gelir. İnsan, kalbini temizleyip bu nura açtığında, hakikati doğrudan tecrübe eder. Bu, güneşin bulutların arkasından çıkmasına benzer; nur hep oradadır ama bulutlar (günahlar, şüpheler) onu görmeyi engeller.

İbn Rüşd ve Tutarsızlığın Tutarsızlığı

İbn Rüşd (1126-1198), İslam felsefesinin son büyük filozofu olarak kabul edilir. Batı’da Averroes olarak tanınan İbn Rüşd, özellikle Gazâlî’nin felsefeye yönelik eleştirilerine cevap vermiştir. Tehafüt (tutarsızlık) tartışması, İslam düşünce tarihinin en önemli tartışmalarından biridir.

İbn Rüşd, hem kadı (yargıç) hem de filozof olması nedeniyle, dini ve felsefi meselelere dengeli yaklaşmıştır. Ona göre din-felsefe ilişkisi*, bir çatışma değil, uyum ilişkisidir. Hakikat tektir ama ona ulaşan yollar farklıdır.

Din-Felsefe Uzlaştırması

İbn Rüşd’e göre din ve felsefe, aynı hakikatin iki farklı ifadesidir. Din, hakikati sembolik ve mecazi bir dille anlatır; felsefe ise aynı hakikati mantıksal delillerle açıklar. Bu, aynı şehre giden iki farklı yol gibidir. Hangisini seçerseniz seçin, vardığınız yer aynıdır.

*Vacib (zorunlu) olan, hakikati aramaktır. Bazıları bunu dini yolla, bazıları felsefi yolla yapar. Önemli olan samimi olmak ve hakikati bulmaya çalışmaktır. İbn Rüşd, ne dinin felsefeye ne de felsefenin dine üstün olduğunu söyler; ikisi de gereklidir.

Felsefi ve Dini Bilginin Uyumu

İbn Rüşd, Kuran’ın felsefi düşünceyi teşvik ettiğini söyler. “Düşünmez misiniz?”, “Akletmez misiniz?” gibi ayetler, insanı düşünmeye davet eder. Bu düşünce, felsefi düşüncedir. Dolayısıyla felsefe yapmak, dini bir görevdir.

Görünüşte çelişki var gibi görünen durumlar, yanlış yorumdan kaynaklanır. Dini metinleri zahiri (yüzeysel) anlamıyla alanlar, felsefeyle çelişki görürler. Oysa bu metinlerin batıni (derin) anlamları vardır ve bu anlamlar felsefi hakikatlerle uyumludur.

Toplumsal Eğitim ve Felsefe

İbn Rüşd, toplumu üç gruba ayırır:

  • Halk: Hitabet ve vaazla ikna olur
  • Kelam ehli: Diyalektik tartışmalarla tatmin olur
  • Filozoflar: Burhan (kesin delil) ararlar

Her grubun eğitimi farklı olmalıdır. Halka felsefi deliller sunmak, onları karıştırır. Filozoflara basit vaaz vermek, onları tatmin etmez. Öğretmen, öğrencinin seviyesine uygun ders vermelidir.

Halkın Eğitimi

Halkın eğitiminde hikayeler, örnekler ve duygusal hitap önemlidir. Soyut kavramlar yerine somut örnekler kullanılmalıdır. Cennet ve cehennem tasvirleri, iyilik ve kötülüğün sonuçlarını anlatmanın en etkili yoludur. Bu, çocuklara masal anlatmaya benzer; amaç, mesajı anlaşılır kılmaktır.

Halk için din, hayatın anlamını veren bir çerçevedir. Felsefi tartışmalar onları şüpheye düşürür ve mutsuz eder. Bu yüzden İbn Rüşd, felsefi eserlerin herkese açık olmaması gerektiğini söyler.

Filozofların Rolü

Filozoflar, hakikati en derin seviyede anlamaya çalışır. Onların görevi, sadece kendileri için değil, toplumun iyiliği için düşünmektir. Ancak bu düşünceleri halka doğrudan aktarmamalıdırlar. Bir doktorun hastasına tıbbi terimleri açıklamaması gibi, filozof da halkı felsefi tartışmalara sokmamalıdır.

Filozofların bir diğer görevi, dini metinleri doğru yorumlamaktır. Yanlış yorumlar toplumda karışıklığa yol açar. Filozof, hem dini hem felsefi bilgiye sahip olduğu için, doğru yorumu yapabilir. Bu, bir tercümanın iki dili de bilmesi gibidir.


Önemli Terimler Özeti

  • Kötülük: İyiliğin yokluğu, varlıktaki eksiklik ve bozulma
  • Töz: Bir şeyin değişmeyen özü ve hakikati
  • Tanrı Sözü: Yaratıcı ilahi güç ve evrendeki düzenin kaynağı
  • Yaratılış: Tanrı’nın varlıkları yoktan var etmesi
  • Amir Organ: Toplumu yöneten merkezi güç
  • Erdemli Şehir: Herkesin mutluluğa ulaşabildiği ideal toplum
  • İmam: Erdemli şehrin filozof yöneticisi
  • Alegorik Anlatım: Sembolik hikayelerle felsefi hakikatleri aktarma
  • Varlık Mertebeleri: Maddeden ruha uzanan hiyerarşik varlık düzeni
  • Etkin Akıl: Her şeyi bilen ilahi akıl
  • Kesin Bilgi: Şüphe edilemez, mutlak doğru bilgi
  • Kalp Gözü: Manevi hakikatleri gören içsel idrak yetisi
  • Nur: İlahi ışık ve hakikatin kaynağı
  • Din-Felsefe İlişkisi: Vahiy ve akıl bilgisinin uyumu
  • Tehafüt: Tutarsızlık, felsefi çelişki

👍 2025-2026 Güncel Müfredat
16 Ders Saati📂 11. Sınıf Felsefe
Bu yazıda bulunan terimler ayrıca anlatılmamıştır. Bu yazıdaki bir terimin ayrıca anlatılmasını istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından bize ulaşabilirsiniz.
Sistememizde bu yazıda bahsi geçen kişilere ait bir biyografi bulunamamıştır.
Benzer İçerikler
MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Karakteristik Özellikleri
Felsefe

MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Karakteristik Özellikleri

İçeriğe Git>
MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Filozoflarının Felsefi Görüşlerinin Analizi
Felsefe

MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Filozoflarının Felsefi Görüşlerinin Analizi

İçeriğe Git>
Din Felsefesi
Felsefe

Din Felsefesi

İçeriğe Git>
MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Felsefesinin Karakteristik Özellikleri
Felsefe

MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Felsefesinin Karakteristik Özellikleri

İçeriğe Git>
Varlık Felsefesi
Felsefe

Varlık Felsefesi

İçeriğe Git>
20. Yüzyıl Felsefesinin Karakteristik Özellikleri
Felsefe

20. Yüzyıl Felsefesinin Karakteristik Özellikleri

İçeriğe Git>
Copyright © 2025 Bikifi
Star Logo
tiktok Logo
Pinterest Logo
Instagram Logo
Twitter Logo