1990 Sonrasında Meydana Gelen Siyasi Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri

📅 14 Şubat 2023|10 Şubat 2025
Güncel
1990 Sonrasında Meydana Gelen Siyasi Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri

Konu Özeti

1990'lardan sonra, Avrupa Birliği (AB), Balkanlar'ın geleceklerini belirleyecek önemli bir güç haline gelmiştir. 1991 yılında, SSCB resmen dağıldı ve birçok cumhuriyet bağımsız devlet statüsüne ulaşmıştır.

Bu konuda
  • SSCB'nin dağılması üzerine kurulan Türk Cumhuriyetleri'ni ve sonuçlarını
  • Türk Cumhuriyetleri'nin birlik olması için kurulan örgütleri
  • Avrupa Birliği'nin etkilerini ve faaliyetlerini
  • Bosna Savaşı sonucunda Balkanlarda değişen durumları
  • ... ve 2 konu daha

öğreneceksiniz.
Reklamsız Bikifi Mobil Uygulaması!

SSCB’nin Dağılması ve Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlıklarını Kazanmaları

Doğu Bloku ve SSCB, XX. yüzyıl son çeyreğinde siyasi ve ekonomik sorunlar yaşamaya başlamıştır. Bu sorunların nedeni; Batı Bloku ile küresel siyaset sahasında girişilen güç yarışıdır. Bu yarış, Sovyet sistemini işlemez hale getirmiştir. Nükleer silahlanma ve Yıldız Savaşları adı verilen uzay çalışmaları ise SSCB ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Doğu Bloku ve SSCB, Soğuk Savaş’ın taraflarından olmuştur ve bu süreç iki taraf arasındaki rekabet sıcak bir savaşa dönüşmemiştir. Ancak iki taraf arasında sürekli gerilim olmuştur.

SSCB sisteminin çıkmaza girmesi, Doğu Bloku’nun diğer ülkelerine de yansımıştır. Ekonomik ve sistemsel sorunlar, SSCB’nin diğer Doğu Bloku ülkeleri üzerinde kurduğu siyasi ve askeri otoriteyi zayıflatmıştır. Bu durum, SSCB’nin uydu devletleri olarak kabul edilen diğer sosyalist ülkelerin halkında daha fazla özgürlük taleplerine yol açmıştır. SSCB’nin çöküşü; Doğu Bloku’nun diğer ülkelerinde de benzer sosyal, ekonomik ve politik değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Bu değişiklikler ise ülkelerin sosyalist rejimlerini terk etmelerine ve Batı modeline doğru bir evrim geçirmelerine neden olmuştur.

SSCB yönetimi, 1987 yılında Devlet Başkanı Gorbaçov tarafından açıklanan Glasnost ve Perestroika programları ile Sovyet sisteminde şeffaflık ve yeniden yapılanma hedeflenmiştir. Bu adımlar, totaliter yapının demokratik uygulamalarla gevşetilmesi ve toplumsal hareketlerin yatıştırılması amacıyla atılmıştır. Ayrıca, devlet denetimindeki sosyalist ekonomi anlayışı yumuşatılıp ekonominin canlandırılması hedeflenmiştir. Böylece, Sovyet sistemindeki sorunların aşılabileceği ve uluslararası sahada ABD ile rekabetin sürdürülebileceği öngörülmüştür. Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, Perestroika düşüncesiyle tıkanan siyasi sistemi ve devlet teşkilatını yeniden düzenlemeyi hedeflemiştir. Ancak, SSCB’yi oluşturan cumhuriyetlerde SSCB’den ayrılmaya yönelik eğilimler güçlenmiştir.

Gorbaçov, SSCB’den ayrılmaya yönelik eğilimleri azaltmayı ve SSCB’yi oluşturan devletler arasında daha sıkı bir yapı kurmayı amaçlamıştır. Bu amaçla, 1990 yılında “Egemen Devletler Birliği Antlaşması” imzalanmıştır. Ancak, bu adımı SSCB’nin geleceği açısından olumlu görmeyen bazı ordu komutanları, Gorbaçov’a karşı bir darbe yapmıştır. SSCB’nin en büyük cumhuriyeti olan Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin, darbe yapanlara karşı halkı direnmeye çağırmış ve halk da Yeltsin’in çağrısıyla darbecilere karşı koymuştur. Ayrıca, Batılı devletler de Yeltsin’e destek vermiş ve darbe yapanlar kısa süre sonra dağılmak zorunda kalmıştır.

Darbenin hemen ardından, SSCB yapısı içinde yer alan devletlerin tamamına yakını bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Bu gelişme, 19 Ağustos 1991 tarihinde Kremlin Sarayı’na SSCB bayrağının Çarlık Dönemi’nde kullanılan Rus bayrağıyla değiştirilmesi ve Sovyet Komünist Partisinin faaliyetlerine son verilmesiyle resmen tamamlanmıştır Bu olaylarla birlikte, SSCB resmen dağılmış ve Rusya Federasyonu, SSCB’nin en büyük ve güçlü devleti olarak bağımsızlığını ilan etmiştir.

Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye

25 Aralık 1991 tarihinde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya ve Kafkasya’da birçok devlet bağımsızlığını kazanmıştır. Türkiye, bu süreçte bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri’ni tanıyan ilk ülke olmuştur. Bu devletler arasında Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan bulunmaktadır. Türkiye ile bu devletler arasında ortak bir dil, ortak bir hafıza ve ortak bir kültür olması, ikili ve bölgesel ilişkilerin güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenle, Türkiye ile bu devletler arasındaki ilişkiler daha da güçlenmiş ve bu devletlerle olan ekonomik ve sosyal bağlar da artmıştır.

Türkiye, SSCB’nin dağılmasının ardından Orta Asya’da bağımsızlıklarını kazanan ülkelerdeki Türkler için sosyal, ekonomik ve kültürel alanda birçok çalışma yapmayı gerekli görmüştür. Öncelikle, bu ülkelere kısa vadeli yardımlar yapılmıştır. Daha sonra, yapılan yardımların zaman içinde uzun dönemli projelere ve kalkınma merkezli iş birliği çalışmalarına dönüştürülmesi planlanmıştır. Bu amaçla, bölgede yapılacak tüm faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayacak ve koordine edecek organizasyonlar kurulmuştur. Bu organizasyonlar, resmi ve sivil kuruluşlar olmak üzere, bu faaliyetlerin sürdürülmesini sağlamıştır. Bu çalışmalar sayesinde, Türkiye ile Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkiler güçlenmiş ve bu ülkelerle olan ekonomik ve sosyal bağlar da artmıştır.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA, 1992)

Türkiye, SSCB’nin dağılmasının ardından Orta Asya ve Kafkasya’da yapılacak faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayacak ve koordine edecek bir organizasyon ihtiyacını karşılamak amacıyla, 1992 yılında Dışişleri Bakanlığına bağlı olarak Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) kurulmuştur. TİKA, 1999 yılında başbakanlığa bağlanarak faaliyetlerine devam etmiştir. Bu organizasyon, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’daki faaliyetlerini yönetmek ve koordine etmek amacıyla kurulmuştur. TİKA, bu bölgelerde yapılan ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetleri yönetir ve bu ülkelerle olan ilişkileri geliştirir. Ayrıca, TİKA aynı zamanda bu bölgelerde yapılan yardım ve destek faaliyetlerini de yönetir.

Aynı zamanda SSCB’nin dağılmasının ardından TİKA’nın Türk Cumhuriyetleri’nde hedefi; bu ülkelerin kendi sosyal yapısını kurmaları, kendi kimliğini sağlıklı bir şekilde inşa etmeleri, kültürel ve siyasi haklarını geliştirmeleri ve teknik altyapı konusunda eksiklerini gidermeleri konularında destek vermek olmuştur. Bu amaçla, TİKA tarafından eğitim, sağlık, yenileme, tarımsal kalkınma, maliye, turizm ve sanayi gibi alanlarda birçok proje ve faaliyet gerçekleştirilmiştir. Bu projeler ve faaliyetler sayesinde, Türk Cumhuriyetleri’nde ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme sağlanmış ve bu ülkelerle olan ilişkiler güçlenmiştir.

1995 yılına kadar, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetler yürüten TİKA, o tarihten itibaren eğitim ve kültürel iş birliği çalışmalarına ağırlık vermiştir. Bu çalışmalar kapsamında, okullar, kütüphaneler, laboratuvarlar inşa edilmiş ve üniversitelere teknik donanım yardımları yapılmıştır. 2000’li yılların başından itibaren, TİKA, dünyadaki gelişmeler doğrultusunda faaliyet coğrafyasını genişletmiştir. Türkiye’nin izlediği aktif ve ilkeli dış politikaya bağlı olarak, TİKA’nın çalıştığı ülkelerin sayısı her geçen gün artmıştır. Bu sayede, TİKA, daha fazla ülkede ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetler gerçekleştirme fırsatı bulmuş ve Türkiye’nin ilişkileri daha da güçlenmiştir.

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (2010)

6 Nisan 2010 tarihinde, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurum, başbakanlığa bağlı müsteşarlık düzeyinde bir kamu kurumudur ve yurt dışındaki Türk vatandaşlarının, kardeş toplulukların ve Türkiye’de öğrenim gören uluslararası burslu öğrencilerin çalışmalarını koordine etmeyi ve bu alanlarda verilen hizmetleri ve yapılan faaliyetleri geliştirmeyi hedeflemektedir. Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın çalışmaları sayesinde, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarıyla ve kardeş topluluklarla ilişkiler güçlendirilmiştir. Bu ilişkilerin sağlamlaştırılmasında, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlar ön plana çıkarılmıştır.

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY, 1993)

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), 1993 yılında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin Kültür Bakanları tarafından imzalanan bir antlaşma ile kurulmuştur. TÜRKSOY’un amacı; Türk halklarının gönül birlikteliğini ve kardeşliğini güçlendirmek, ortak Türk kültürünü gelecek nesillere aktarmak ve dünyaya tanıtmaktır. TÜRKSOY, 6 kurucu üye ile birlikte 8 gözlemci üye de barındırmaktadır. Bu ülkeler arasında kültürel işbirliği ve dayanışmayı sağlamaya yönelik faaliyetler gerçekleştirilmektedir.

Nevruz kutlamaları, Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) tarafından her yıl düzenlenen geleneksel etkinliklerin başında gelmektedir. Bu etkinlikler kapsamında Türk dünyasından fotoğrafçılar, ressamlar, opera sanatçıları, şairler, medya mensupları, tiyatro grupları, dans ve müzik toplulukları TÜRKSOY tarafından bir araya getirilmektedir. Bu etkinlikler sayesinde Türk dünyasındaki sanatsal buluşmalar arttırılmakta ve kültürel işbirliği ve dayanışma sağlanmaktadır.

Yunus Emre Enstitüsü (2007)

Yunus Emre Vakfı, 2007 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından kurulmuş bir kamu vakfıdır. Vakfın amacı; Türkiye’yi, Türk dilini, tarihini, kültürünü ve sanatını dünyaya tanıtmak, bununla ilgili bilgi ve belgeleri dünyanın istifadesine sunmak ve Türk dili, kültürü ve sanatı alanlarında eğitim almak isteyenler için yurt dışında hizmet vermektir. Yunus Emre Vakfı tarafından 2007 yılında yasa ile kurulan ve 2009 yılında faaliyetlerine başlayan Yunus Emre Enstitüsü, yurt dışında 40’tan fazla kültür merkeziyle hizmet vermektedir.

TÜRKSOY ve Yunus Emre Vakfı, Türkiye’nin SSCB sonrası dönemde Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk kültürünün tanıtımı ve geliştirilmesine yönelik önemli faaliyetler yürütmektedir. TÜRKSOY, Türk dünyasındaki kültürel buluşmaları ve Nevruz kutlamalarını düzenlerken, Yunus Emre Vakfı ise yurt dışında Türkçe eğitim vermekte ve Türk kültürünü tanıtmak amacıyla birçok etkinlik düzenlemektedir. Bu kurumlar sayesinde, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk kültürü ile ilgili faaliyetleri koordine edilmekte ve bu alandaki işbirliği güçlendirilmektedir.

Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye

Türkiye, 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) ortaklık başvurusunda bulunmuştur. Dönemin başbakanı ve Demokrat Parti lideri Adnan Menderes tarafından yapılan bu başvuru, Türkiye’nin Avrupa’ya ilk adımı olmuştur. Türkiye, Avrupa’nın çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma yolunda uluslararası gelişmeleri yakından takip etmiş ve OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) ve NATO gibi uluslararası teşkilatlara da üye olmuştur.

Türkiye, 1 Ocak 1973’te AET’nin tam üyesi olmuştur. Türkiye’nin AET’ye tam üyeliği, dönemin başbakanı Bülent Ecevit tarafından resmi olarak duyurulmuş ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olma hedefi olarak kabul edilmiştir. 12 Eylül 1963’te imzalanan ve 1 Aralık 1964’te yürürlüğe giren Ankara Antlaşması, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin hukuki temelini oluşturmuştur. Bu hedef doğrultusunda Türkiye, bütünleşme süreci içinde uluslararası standartlara uyum sağlamaya çalışmıştır. Bu dönem taraflar arasındaki ekonomik farklılıkları azaltmaya yönelik çalışmalar içerdiği için “Hazırlık Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Bu süreçte yapılan reformlar, Türkiye’nin demokratikleşme, hukuk devleti olma ve çağdaş bir toplum olma yolunda ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Türkiye, bu süreçte AB’nin çeşitli komite ve gruplarında yer alarak, AB ile işbirliği ve diyalog kurulmasına yardımcı olmuştur.

Türkiye, 1999 yılında AB’ye üyelik müzakerelerine başlamıştır. Bu müzakereler, Türkiye’nin AB’nin 35 üyelik kriterine uyumunu sağlama çalışmalarını içerir. Bu kriterler, demokrasi, insan hakları, özel hukuk normları, ekonomik ve mali kriterler, üye ülkelerle eşitliği ve işbirliği gibi konuları kapsar. Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. Ancak müzakerelerin hızı yavaş olmuş ve bugüne kadar tam üyelik için bir anlaşmaya varılamamıştır. Türkiye, AB ile ilişkilerini geliştirmeyi ve üyelik hedefini sürdürmektedir.

NOT: AET, 1991 Maastricht (Mastrikt) Antlaşması ile resmen Avrupa Birliği (AB) adını almıştır.

Türkiye, adaylık sürecinde AB ile üyelik müzakerelerine başlamış ve bu süreçte siyasi kriterleri karşılayacak şekilde reformlar yapmıştır. Türkiye’nin AB’ye adaylığı 1999 yılında Helsinki Zirvesi’nde resmen onaylanmış ve Türkiye, diğer aday ülkelerle eşit koşullar altında değerlendirilecek şekilde konumlandırılmıştır. 1 Ocak 1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği, Türkiye ile AB arasındaki ekonomik ilişkilerin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Bu süreçte, demokrasi, hukukun üstünlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, insan hakları gibi alanlarda yapılan reformlar, temel hak ve özgürlüklerin kapsamını genişletmiş ve bu alanlardaki düzenlemeleri güçlendirip güvence altına almıştır.

17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi’nde, AB-Türkiye ilişkilerinde bir dönüm noktası daha yaşanmış ve zirvede Türkiye’nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek 3 Ekim 2005’te üyelik müzakerelerine başlanması kararı alınmıştır. Günümüzde de müzakereler hala devam etmektedir. Bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti siyasi sisteminde Avrupa Birliği bakanlığı da kurulmuştur.

Bosna-Hersek Savaşı (1992-1995 ve Balkanlardaki Gelişmeler)

Bosna Savaşı, 1 Mart 1992’den 14 Aralık 1995’e kadar süren bir savaştır. Bu savaş, 1945’te Balkanlar’da kurulan Yugoslavya Cumhuriyeti’nin dağılmasının ardından çıkmıştır. Yugoslavya; Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova, Slovenya, Makedonya ve Karadağ gibi federal cumhuriyetlerden oluşan bir devlettir. 1980’de Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun ölümünden sonra, Yugoslavya’yı oluşturan federal devletler arasındaki ilişkiler bozulmaya başlamış ve bu siyasi gerginlik sonucu 1990’da Slovenya, bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu olay, Yugoslavya’nın parçalanma dönemine girdiğini göstermiştir.

Slovenya’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Hırvatistan ve Makedonya da aynı şekilde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu gelişmeler, Yugoslavya ordusunun saldırılarına yol açmış ve Yugoslavya İç Savaşı başlamıştır. 27 Kasım 1991’de Bosna-Hersek, ülkesinin bütünlüğünü korumak amacıyla bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak, Bosna-Hersek nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Boşnaklar ve Hırvatlar bağımsız bir devlet olarak tanınmak isterken, Bosna-Hersek’te yaşayan Sırplar, Batı Sırp Cumhuriyeti’ni ilan etmişler ve Müslüman Boşnaklara karşı saldırılar başlatmışlardır. Bu saldırılar, Bosna Savaşı’nın başlangıcı olmuştur. Mostar şehri, Hırvat güçleri tarafından 9 ay boyunca kuşatma altına alınmış ve şehir, yoğun bombardımana tutulmuştur. Şehrin sembolü olan Osmanlı mirası Mostar Köprüsü, Hırvat topçuları tarafından imha edilmiştir.

Bosna Savaşı’nın başlarında, Sırp kuvvetleri Bosna’nın doğusundaki Srebrenica çevresindeki Boşnak kasabalarına ve köylerine, Sırp köylülerinin de desteğiyle saldırmışlardır. Bu saldırılar sırasında, Sırplar Boşnak yerleşim yerlerinde hakimiyeti ele geçirmiş ve tüm sivilleri toplamışlardır. Bu olaylar üzerine, BM Güvenlik Konseyi, Srebrenica’yı güvenli bölge olarak ilan etmiş ve bölgeye yönelik her türlü silahlı saldırıyı yasaklamıştır. Ancak, bu karar hiçbir şekilde uygulanamamış ve bölgedeki Müslüman Boşnaklar, 1995 yılına kadar Sırplar tarafından abluka altında tutulmuşlardır.

1995 yılında, Radko Miladiç komutasındaki Sırp güçleri sabaha doğru Srebrenica kentini tank ve top ateşiyle bombardımana tutmuşlardır. Srebrenica, BM komutasındaki 400 Hollandalı asker tarafından korunmuş ancak bu askerler, Sırpların gerçekleştirdiği katliamı engellemek bir yana, katliama seyirci kalmışlardır. BM komutasındaki bazı Hollandalı askerler, Sırplar tarafından esir alınmış ve NATO tarafından takviye olarak gönderilen uçaklar da Sırpların katliamlarını durduramamıştır. Bu olay, Bosna Savaşı’nın en önemli suçlarından biri olarak kabul edilmektedir ve Srebrenica Katliamı olarak bilinmektedir.

Sırp milislerin, Srebrenica ve Markale’de sivillere karşı gerçekleştirdiği katliamlar, uluslararası camiada tepkiyle karşılanmıştır ve 1995 yılında yapılan NATO toplantısında, Bosna-Hersek’teki Sırp hareketine müdahale etme kararı çıkmıştır. Bu doğrultuda, NATO hava kuvvetleri, Sırpların ikinci Markale katliamından sonra 30 Ağustos tarihinde, Sırp hedeflerine yönelik büyük bir saldırı başlatmış ve Sırpların tüm askeri altyapısı imha edilmiş. Bu bombardıman, Srebrenica katliamı ve Markale’deki silahsız Boşnaklara karşı gerçekleştirilen saldırı gibi nedenlerle düzenlenmiştir ve Bosna’daki Sırp askeri birliklerine yönelik olmuştur.

5 Eylül 1995’te, ABD’nin girişimiyle savaşan taraflar Cenevre kentinde barış görüşmelerine başlamıştır. Bu görüşmeler sonucu, Bosna-Hersek’teki üç toplumun liderleri olan Aliya İzzetbegoviç, Slobodan Miloseviç ve Franjo Tudjman, ABD’nin Dayton kentinde barış masasına oturmuşlar ve 21 Kasım 1995’te Dayton Barış Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma, Bosna Savaşı’nın sona erdirilmesine ve Bosna-Hersek’te üç toplumun yaşamasının düzenlenmesine yönelik önemli bir adım olmuştur.

Antlaşma ile;

  • Bosna-Hersek adı aynı olan ve daha önce tanınan uluslararası sınırlara uygun sınırları olan tek bir devlet olarak kalacaktır.
  • Devlet iki birimden, Bosna-Hersek Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti’nden oluşacaktır.
  • Tüm taraflar La Haye’deki savaş suçları mahkemesine yardımcı olacaktır.

Dayton’da imzalanan ön antlaşma, 14 Aralık 1995’te Paris’te tarafların imzasıyla kesinleşmiştir. Böylece Bosna Savaşı resmen sona ermiştir.

1992 baharında başlayan ve 1995 yılının aralık ayında Dayton Barış Antlaşması imzalanıncaya kadar devam eden savaşın sonuçları;

  • Tahmini olarak 102.622 kişi hayatını yitirdi.
  • Ölenlerin %83’i Boşnak, %10’u Sırp, %5’i Hırvat’tı.
  • Nüfusun yarıdan fazlası yerinden edildi ve evsiz kaldı.
  • Yaklaşık 1,2 milyon kişi mülteci konumuna düştü.
  • Mültecilerin yarım milyonu komşu ülkelere, geri kalan 700.000 Bosnalı da Batı Avrupa ülkelerine sığındı.
  • Çatışmaların yarattığı ortamda demografik yapı bozuldu. Ülkedeki hiçbir kent ve kasaba savaştan önce sahip olduğu etnik çeşitliliği koruyamadı. Böylece, NATO Barış Uygulama Gücü’nün denetiminde, Dayton Antlaşması’nın aşama aşama uygulanmasıyla, Bosna-Hersek’te barışın oluşmasında ve bölgede yeni bir düzenin kurulmasında önemli gelişmeler sağlandı.
  • 21. yüzyıla girerken Müslüman Boşnaklara yapılan zulüm de durmuş oldu.

1990 Sonrası Orta Doğu

Siyonizm Sorunu

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Filistin toprakları İngiltere’nin denetimi altına girmiştir ve Avrupa’dan büyük oranda Yahudi göçü gerçekleşmiştir. Bu dönemde, Filistin’deki Yahudi nüfusu tahminen 250.000 kişi olmuştur. 1948-1951 yılları arasında ise, Avrupa’daki Yahudi mültecilerin üçte ikisinden fazlasını içeren yaklaşık 700.000 Yahudi, İsrail’e göç etmiş ve bu olay, Filistin’de Yahudi-Arap gerginliğine yol açmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere Filistin meselesini Birleşmiş Milletler’e (BM) götrmüşü ve meselenin çözülmesini istemiştir. BM ise 1947’de Filistin’in bölünmesine karar vermiş; Yahudi ve Arap devletleri oluşturulması öngörülmüştür. Yahudiler bu kararı kabul etmişler ancak Araplar reddetmiştir. Kudüs şehrine de BM tarafından milletlerarası bir bölge statüsü tanınmış, ancak Araplar bunu da kabul etmemiştir. Bu durum üzerine, Yahudi liderler 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etmişlerdir. Bu olaylar, Orta Doğu’da Arap-İsrail çatışmasını ve Filistin Sorunu’nu ortaya çıkarmış ve 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında Arap-İsrail savaşları meydana gelmiştir.

1978 yılında, Mısır ve İsrail arasında imzalanan Camp David Antlaşmasıyla, İsrail ve Arap devletleri arasında sıcak çatışma yaşanmamıştır. Ancak Filistinlilerin işgal edilmiş topraklarını koruma mücadelesi de sona ermemiştir. Bu mücadeleyi en somut şekilde gösteren ola ise Filistin’de başlayan ve Filistin halkının başkaldırısı anlamına gelen ‘İntifada‘ olmuştur. İsrail işgaline karşı Filistin halkının başkaldırısı olan Birinci İntifada, 1987’de başlamıştır ve İkinci İntifada ise 2000’den 2005 yıllarına kadar devam eden Filistin ayaklanmasıdır.

Cezayir’de toplanan Filistin Milli Konseyi, 15 Kasım 1988’de ilan ettiği bildiriyle Bağımsız Filistin Devleti’ni ilan etmiştir. Bu devlet, Türkiye gibi birçok ülke tarafından tanınmıştır. Filistin Devleti’nin tanınması için yapılan uluslararası diplomatik girişimler sonuç vermiş ve İsrail, Batı Şeria ve Gazze bölgelerinde Filistinlilerin özerk bir yönetim kurmasına olumlu yaklaşmıştır. ABD öncülüğünde yapılan görüşmeler sonucunda, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderleri 1993’te barış antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, İsrail’in resmi olarak Batı Şeria ve Gazze bölgelerinde Filistinlilerin özerkliğini kabul etmesini öngörmüştür.

Fakat bu gelişmeler sırasında, İsrail Filistinlilere şiddet uygulamaya ve Filistin topraklarında yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya devam etmiştir. Bu durum var olan gerginliği artırmıştır. Arap ülkeleri, Türkiye ve uluslararası kamuoyunun da desteğiyle yapılan diplomatik girişimler, birçok kez İsrail tarafından sabote edilmiştir. 2002’de, İsrail Batı Şeria’da 8 metre yüksekliğinde ve 730 km uzunluğunda bir duvar örerek Batı Şeria’yı tamamen dünyadan soyutlamaya çalışmıştır. Bu duvar, 200 bin Filistinliyi mağdur etmiş ve aynı zamanda Batı Şeria’nın %45’ini İsrail kontrolüne sokmuştur. İsrail, Gazze bölgesinden kendi topraklarına füze atılmasını bahane ederek 2007’de Gazze’ye yönelik şiddetli bir saldırı başlatmış ve bu saldırı 2009’a kadar sürmüştür. Bu olay uluslararası camiada büyük tepkiye yol açmıştır.

2010-2011 yıllarında, Rusya ve Brezilya, Arjantin ve Şili gibi birçok ülke, 1967 öncesi sınırları esas alarak Filistin’i bağımsız bir devlet olarak kabul etmiştir. Fakat İsrail, 2011’de uluslararası camiayı dikkate almayarak havadan Gazze’yi bombalamıştır. Aynı yıl, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Birleşmiş Milletler’e (BM) resmen bağımsız bir devlet olarak tanınması için başvuru yapmıştır. Yapılan oylamada, Türkiye gibi 138 ülke evet oyu verirken, ABD, İsrail, Kanada, Çek Cumhuriyeti, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Palau ve Panama hayır oyu kullanmış ve 41 ülke çekimser kalmıştır. Bu şekilde, Filistin BM nezdinde bağımsız bir devlet olarak kabul edilmiştir. Fakat İsrail’in uyguladığı şiddet politikalarından dolayı Filistin’in bağımsızlığının tanınması Filistin halkının sorunlarını çözmemiştir.

Özellikle 2007 yılından itibaren, Gazze bölgesi İsrail tarafından abluka altına alındığından, benzin, yiyecek, içecek ve gıda sıkıntısı çekilmektedir. Filistinliler, İsrail askerlerince öldürülebilmektedir. Var olan koşullar altında, İsrailliler genelde 12 birim su kullanırken, Filistinliler sadece bir birim su kullanabilmektedir. İçme suyu sorunu, Batı Şeria ve Gazze’de Filistinliler için önemli bir problem olmuştur.

İsrail, Filistinlilere yönelik uygulamalarından biri de Filistin’in alt yapısını çökertmektir. Bombalar, tanklar ve diğer yollarla alt yapısı çökertilen Gazze ve Batı Şeria, abluka nedeniyle gereken inşaat malzemelerinden yoksun olduğundan, en doğal insani ihtiyaçlarını gidermekten yoksundur. Abluka altına alınan Gazze’de, kanalizasyonlar caddelere akmakta, sağlık sorunları çözülememekte ve hastaneler ilaç bulamamaktadır. İsrail, bu abluka ile Gazzelileri vatanlarını terk etmeye zorlamaktadır. 1948’den itibaren meydana gelen İsrail işgalleri nedeniyle, yaklaşık 6 milyon Filistinli başka ülkelere göç etmiş ve mülteci haline gelmiştir.

İsrail’in Filistinlilere karşı insan haklarını ihlal eden uygulamaları ve bu konuda BM kararları ve diğer uluslararası uyarıları dikkate almaması, bölgede barışın önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı şiddet ve insan hakları ihlalleri önlenmeli ve bölgede barış sağlanması için çalışılmalıdır.

1990-2003 Körfez Savaşları

I. Körfez Savaşı

1990’lı yıllarda, Orta Doğu’da yaşanan en önemli olaylardan biri de Körfez Krizi ve bu krizden kaynaklanan Körfez Savaşı olmuştur. Körfez Savaşı’nın çıkmasındaki temel neden; Irak’ın komşusu Kuveyt’i işgal etmesidir. 1980-1988 arasında komşusu İran ile savaşan Irak, savaşın bitmesinin ardından silahlanmaya devam etmiş ve dünyanın en zengin petrol üreticilerinden biri olan Kuveyt üzerinde hak iddia etmeye başlamıştır. Bu nedenle, Irak-Kuveyt ilişkileri gerginleşmiş ve uluslararası arabuluculuk girişimleri gerginliği azaltmaya yetmemiştir.

Irak, 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgal etmiş ve böylece Orta Doğu’daki güç dengeleri değişmiştir. Dünya petrol kaynaklarının yüzde 60’ını oluşturan Orta Doğu bölgesindeki bu değişim, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin çıkarlarını doğrudan etkilemiştir. Bu nedenle, Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan bölgesel kriz, küresel bir sorun haline gelmiştir.

Irak, Birleşmiş Milletler tarafından verilen tarihi süre içerisinde Kuveyt’ten çekilmeyince, ABD öncülüğünde bir koalisyon güçleri tarafından 17 Ocak 1991’de Irak topraklarına yönelik hava saldırıları başlatılmıştır. Bu saldırıların ardından Irak askerleri Kuveyt’ten çekilmiştir. Körfez Savaşı, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesiyle sona ermiştir. Bu savaşın sonucunda Irak, Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan ambargo ve yaptırımların etkisiyle ekonomik olarak zayıflamıştır. Bu savaş, ABD ve İsrail güçlerinin Orta Doğu’daki etkisinin artmasına da neden olmuştur.

Irak, Kuveyt’i işgal eden bir ülke olarak, BM kararlarına uymamış ve işgal ettiği topraklardan çekilmemiştir. Bu nedenle ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası askeri güç, Irak’a yönelik bir saldırı başlatmıştır. Bu saldırı, Körfez Savaşı olarak anılmaktadır. Körfez Savaşı, 1991 yılında başlamış ve Irak’ın Kuveyt’i işgali sona erdirilmiştir. Ancak savaş sırasında Irak topraklarında büyük yıkım meydana gelmiş ve ülkede ciddi sosyal ve ekonomik sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar, günümüze dek Irak’ta yaşanan çatışmaların temel nedenlerinden biri olmuştur.

Irak, 1991’de Birleşmiş Milletler tarafından önerilen ateşkes anlaşmasını imzalayarak Körfez Savaşı’nı resmi olarak sona erdirmiştir. Bu savaş sırasında Irak ordusu mağlup olmuş ve Kuveyt işgali sona ermiştir. Körfez Savaşı, Batılı devletlerin Orta Doğu’daki petrol kaynaklarına sahip olma çabasının bir sonucu olarak, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlamıştır. Savaş sırasında Birleşmiş Milletler tarafından Irak’a ekonomik ve askeri ambargo uygulanmış ve ABD öncülüğünde bir uluslararası askeri güç oluşturulmuştur. Savaş sonrasında, Irak’a BM tarafından uygulanacak yaptırımların koşulları belirlenmiş ve bu yaptırımlar uzun yıllar devam etmiştir.

I. Körfez Savaşı’nın sonucunda;

  • Barışın sürekliliği ve ekonomik ambargonun kaldırılması Kuveyt’in işgalden önceki sınırlarının kabul edilmesi Irak’ın nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardan arındırılması kararına uymasına bağlanmıştır.
  • Savaşın ardından Irak’ta iç karışıklık baş göstermiştir.
  • Irak’taki Baas rejimine muhalif Kürt gruplar ülkenin kuzeyinde, Şii gruplar ise ülkenin güneyinde ayaklanma başlatmışlardır.
  • Baas rejiminin şiddet kullanarak bu gruplara saldırması üzerine, Irak birliklerinin 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyine geçirilmeme şartı kabul edilmiştir. Ayrıca ateşkesi denetlemek ve gerekirse müdahale etmek için ABD, İngiltere ve Fransa birliklerinden oluşan uluslararası askeri bir kuvvet (Çekiç Güç) oluşturulmuştur.
  • Irak hükümetinin ülkenin kuzeyindeki kontrolü kaybetmesiyle birlikte bu bölgede otorite boşluğu oluşmuştur.
  • Bölgede güçlenen muhalif Kürt gruplar, Irak’tan kopuş sürecine girmişlerdir.
  • Ayrıca oluşan otorite boşluğu nedeniyle Türkiye’ye karşı bölücü eylemlerde bulunan PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyine yerleşmeye başlamıştır.
  • Bu durum Türkiye için bir güvenlik sorunu haline gelmiştir.

II. Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak’ı İşgali

Irak Savaşı, ABD ve İngiltere öncülüğünde koalisyon güçlerinin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesiyle başlamıştır. Bu savaşın temel nedeni, ABD ve İngiltere’nin Irak lideri Saddam Hussein’in kitle imha silahları edindiği ve dünya barışını tehdit ettiği iddiasıdır. Ancak daha sonra yapılan araştırmalar, Saddam Hussein’in kitle imha silahlarının olmadığını ortaya çıkarmıştır. Irak Savaşı, Irak halkının büyük bir çoğunluğunun ve tüm dünya kamuoyunun tepkisiyle karşılaşmış ve uluslararası camiada kritik bir şekilde eleştirilmiştir.

ABD’nin girişimleriyle Birleşmiş Milletler, Irak’a bu konuda baskı yapılması kararı almıştır. Bu karara karşılık Irak, ülkesindeki askeri tesislerin BM yetkililerince denetlenmesini kabul etmiştir. Irak’ın BM kararlarını koşulsuz kabul etmesi, Kuveyt işgali nedeniyle komşularından resmen özür dilemesi ve BM yetkililerinin kitle imha silahlarına rastlamadıklarını rapor etmeleri üzerine gerginlik yumuşamıştır. Fakat ABD yönetimi bu kez de Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ve ailesinin Irak’ı terk etmelerini istemiş; aksi takdirde Irak’a askeri müdahale yapılacağını açıklamıştır. Irak yönetimi ABD’nin bu uyarısını reddetmiştir.

ABD’ye destek olarak İngiltere, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Portekiz, Danimarka, İtalya ve Macaristan’dan oluşan bir Avrupa koalisyonu oluşturulmuş ve savaş öncesi ABD yönetimi, Türkiye topraklarından geçerek Irak’a askeri müdahale yapmak istemiştir. Fakat 1 Mart 2003’te yapılan oylamada ABD’nin bu isteği TBMM tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 20 Mart 2003’te Irak’a hava saldırısını başlatmıştır. 22 Mart 2003’te ise kara harekâtı başladı. ABD kuvvetleri, 9 Nisan 2003’te Irak’ın başkenti Bağdat’ı işgal etmiştir. İngiltere ordusu da Basra ve diğer şehirleri ele geçirmiştir. Irak’ın kuzeyinde ise Kürtler, Irak ordusu çekilirken bölgeyi kendi kontrolüne almıştır. Savaşın bitiminden sonra Saddam Hüseyin gizlice tutuklanmış ve 2006 yılında idam edilmiştir.

Irak’ı işgal eden ABD, ülkeye geçici valiler atayarak ülkeyi yönetmeye başlamış, 13 Temmuz 2003’te ABD nüfuzunda “Geçici Irak Yönetim Konseyi” oluşturulmuş ve bu geçici konsey BM nezdinde tanınmıştır. Böylece dünyanın küresel gücü olan ABD, İngiltere ile birlikte, dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesi olan Irak’ı ele geçirerek Orta Doğu’da önemli bir güç kazanmıştır.

ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgal etmeleri, dünya kamuoyunda büyük tepki toplamıştır. Irak halkı, işgal kuvvetlerine karşı öfkeli bir tepki göstermiş ve işgal kuvvetlerine yönelik saldırılar artmıştır. Irak’ta iç savaş çıkma tehlikesiyle karşı karşıya kalan ABD, ülkede geçici yönetim kurarak ülkeyi yönetmeye çalışmıştır. Fakat bu yönetim, halk tarafından kabul görmemiş ve iç savaş önüne geçilememiştir Irak halkı, özellikle 2003’ten sonra ABD işgaline karşı direniş göstermiş ve bu direniş, hala devam etmektedir. Savaş sırasında da Irak’ta çok sayıda sivil hayatını kaybetmiş ve ülke ekonomisi büyük ölçüde zarar görmüştür. Savaşın sona ermesinin ardından Irak’ta iç savaş ve terör olayları yükselişe geçmiştir.

Arap Baharı

010’da Orta Doğu ülkelerindeki demokratik olmayan yönetimlere karşı bu ülkelerin halkları tarafından daha çok demokrasi ve özgürlük talebiyle başlatılan, protesto ve ayaklanmalarla gerçekleşen halk hareketlerine Arap Baharı denilmiştir. Tunus hükümeti tarafından yapılan bir polis şiddetine maruz kalan bir tüccarın öfkesinin başlıca nedenlerinden biri olarak kabul edilen Arap Baharı, Arap dünyasında büyük değişikliklere yol açmıştır. Başlıca ülkelerde hükümetler değişirken, bazı ülkelerde ise iç savaşlar çıkmıştır.

Bu hareketler, Arap dünyasında yaşanan sıkıntıların bir yansıması olarak görülürken, halkın yönetime olan güvensizliğinin de bir göstergesi olarak kabul edilmiştir Bu hareketler sonucunda, Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde hükümetler değişmiş ve demokratik reformlar yapılmaya çalışılmıştır. Arap Baharı hareketlerinin etkisi, Orta Doğu’da ve dünya genelinde hala devam etmektedir.

Arap Baharı, Tunus’ta başlayan süreçte, Mısır, Libya, Suriye, Bahrain, Yemen gibi Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde de halk hareketlerine dönüşmüştür. Süreci başlatan olay; iş bulamamaktan ve geçim sıkıntısından dolayı seyyar satıcılık yapan üniversite öğrenimli Tunuslu Muhammed Buazizi adlı gencin bir zabıta görevlisince tokatlanması ve tezgahı ile mallarına el konulmasıdır. Mısır’da Hosni Mubarak yönetimine karşı başlatılan protesto gösterileri sonucu, Mısır Devlet Başkanı Hosni Mubarak görevinden istifa etmiş ve yeni bir hükümet kurulmuştur. Bu sürece Yasemin Devrimi adı verilmiştir. Yasemin Devrimi’nden sonra Tunus’ta daha demokratik bir yönetim kurulmuş ve yeni bir dönem başlamıştır.

Tunus’ta başlayan olaylar diğer Arap ülkelerine de yayılmıştır. 25 Ocak 2011’de Mısır’ın en büyük meydanı olan Tahrir Meydanı’nda, Arap baharının esintileri yayılmaya başlamıştır. Kısaca “Öfke Günü” olarak da bilinen 25 Ocak gününde, Mısır halkı özgürlük için sloganlar atmaya başlamıştır. Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da açlık, işsizlik, yolsuzluk, diktatörlük gibi benzer sorunlar sebebiyle halk isyan etmiştir. Mısır’da yapılan demokratik seçimleri Muhammed Mursi kazanmıştır. Muhammed Mursi, Mısır’da demokratik seçimle başa geçen ilk cumhurbaşkanı olmuştur.

Libya’da ise Muammar Gaddafi yönetimine karşı ayaklanmalar başlatılmış ve 2011’de Gaddafi yönetimi devrilmiştir. Suriye’de ise 2011 yılında başlatılan protesto gösterileri, ülkede devam eden bir iç savaşa dönüşmüştür. Bahrain ve Yemen’de de halk hareketleri başlatılmış, ancak bu ülkelerde yönetimler güçlerini koruyabilmiştir.

Arap Baharı olarak bilinen halk hareketlerinin önemli bir nedeni, Arap ülkelerinin çoğunun demokratik olmayan, baskıcı yönetimleri ve bu yönetimlerin insan haklarını çiğnediği düşüncesiydi. Bu hareketler, özellikle Tunus ve Mısır gibi ülkelerde, zaman içinde demokratikleşme sürecine yol açtı. Ancak Suriye ve Yemen gibi ülkelerde iç savaşın patlak vermesi ve bu savaşların yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olması, Arap Baharı’nın bütün Arap ülkelerinde olumlu sonuçlar doğurmayı başaramadığını göstermektedir.

11 Eylül Saldırıları ve Küresel Terör

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin New York kentinde bulunan Dünya Ticaret Merkezine, Washington’a ve Pentagon’a sivil uçakların kullanılarak düzenlenen terör saldırıları, ABD’nin siyasi gücünün artışının ve tek kutuplu dünyada yön verici bir ülke konumuna geçişinin yaşandığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Bu saldırılar, tüm dünyayı derinden etkilemiş ve insanların güvenlik ve güvende olma hissini zayıflatmıştır.

11 Eylül Saldırısı, ABD sınırları içine doğrudan ABD’ye yapılan ilk saldırı olmuştur. Saldırı, dünya kamuoyunda çeşitli tepkilere yol açmış ve İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Türkiye gibi pek çok devlet tarafından kınanmıştır. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, saldırıyı ABD’ye yönelik bir savaş ilanı olarak nitelemiş ve bütün dünyayı seferber edeceğini dile getirmiştir.

Bu doğrultuda 12 Eylül 2001 günü yapılan NATO toplantısında NATO’nun 5. Maddesi’nin hayata geçirilmesine karar verilmiştir. Bu maddeye göre NATO üyelerinden birisi saldırıya uğradığında NATO’nun bunu tüm üyelere yapılmış bir saldırı olarak kabul etmesi öngörülmüştür. 11 Eylül Saldırısı’nı ülkesine bir savaş ilanı olarak kabul eden ABD yönetimi, saldırının arkasında olduğuna inandığı ülkelere karşı savaş başlatmıştır.

Öncelikle ABD, Afganistan’ı işgal etmiş ve orada yürüttüğü savaş sırasında çok sayıda insanın hayatını kaybetmiştir. ABD yönetimi, Afganistan’ı işgal ettiği sırada, Irak’ı da hedef almıştır. ABD, Irak’ı kitle imha silahları edinmek ve dünya barışını tehdit etmekle suçlamıştır. 20 Mart 2003’te başlatılan bu harekat sonucunda Irak ordusu mağlup edilmiş ve Irak da işgal edilmiştir.

Fransa, Akdeniz havzasında ve Afrika’daki eski sömürgelerinde, AB ve BM kararlarını beklemeden askeri operasyonlar düzenlemeye başlamıştır. Bu operasyonların amacı, ülkelerdeki istikrarı sağlamak ve terörizme karşı mücadele etmektir. 2003 yılında, AB Konseyi, “Daha iyi bir dünyada daha güvenli bir Avrupa” başlıklı ilk AB güvenlik stratejisini kabul etmiştir. Bu strateji, Almanya’nın öncülüğünde oluşturulan AB Acil Müdahale Gücü’nün ilk olarak Makedonya’da sorumluluk üstlenmesiyle somutlaşmıştır. Bu gelişmeler, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki Doğu-Batı Bloku çatışmasının yerini, küresel teröre karşı mücadele anlayışına bırakmıştır.

Irak ve Suriye’deki Siyasi Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri

Irak’taki Gelişmeler

Irak’ın 2003’te ABD tarafından işgalinden sonra Irak’ın yeniden yapılandırılması süreci başlamıştır. ABD tarafından Irak’ın başına getirilen sivil yöneticiyle yönetimi paylaşacak olan Geçici Hükümet Konseyi tarafından 13’ü Şii, 5’i Sünni, 5’i Kürt, 1’i Türkmen ve 1’i Asuri olan 25 bakandan oluşan Irak Hükümeti kurulmuştur.

Bu süreçte Türkiye’nin girişimiyle 2003’te Şam’da toplanan Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi’nde Irak sorununun barışçı yollardan çözümü ve Irak’ın yeniden yapılandırılması görüşülmüştür. İşgalci ABD güçleri, yeni Irak hükümeti ile imzaladığı güvenlik antlaşmasıyla belli şartlarda Irak’taki etki ve varlığını korumayı garanti altına alarak 2009’dan itibaren askerlerini Irak’tan çekmeye başlamıştır. Savaş sonrası Irak’ta sivil bir yönetim kurulmasına karşın var olan şiddet azalmamıştır. Yeni Irak hükümeti ülkede otoriteyi kuramadığından, ülkede farklı hedefleri olan, zaman zaman gevşek bir işbirliği çerçevesinde hareket eden onlarca silahlı grubun faaliyetleri devam etmiştir.

Irak, dünyanın en büyük ham petrol rezervine sahip ülkelerinden biridir. Petrol, Irak’ın gayrısafi yurtiçi hasılasının yüzde 60’ına karşılık gelmektedir. Bu petrol zenginliğine rağmen, denetimsiz silahlı grupların boru hatlarına ve pompa merkezlerine sürekli saldırıları nedeniyle, petrol üretimi işgal öncesindeki 2,5 milyon varil düzeyine çıkamamıştır. Bu da Irak halkının yaşam standardını düşürmektedir.

Irak’ın kuzeyinde kurulan özerk yönetim ve merkezi Irak hükümeti arasında başta petrol olmak üzere pek çok konuda anlaşmazlık olması, ülke siyasetinin mezhep ve aşiret esası üzerinden belirlenmesi ülkede istikrarsızlığı artırmıştır. Bu istikrarsızlıktan yararlanan PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyinde üslenmiş ve Türkiye’ye karşı terör saldırıları gerçekleştirmiştir. Bunun yanında 2014’te Irak’ın en büyük kentlerinden Musul ve Tikrit’in yanı sıra bölgedeki bazı kentlerde kontrolü ele geçiren DAEŞ terör örgütü, hem bölge hem de Türkiye için büyük bir tehdit hâline gelmiştir. Irak’ın bu durumu Türkiye için ciddi bir güvenlik sorunu haline gelmiştir.

Suriye’deki Gelişmeler

2010’da Orta Doğu ülkelerindeki demokratik olmayan yönetimlere karşı başlayan ve Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, her ülkede farklı etkilere yol açmıştır. Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’deki tek partili Baas rejimine karşı başlayan protestolar, rejimin sert tutumu sonucu bir iç savaşa dönüşmüştür. Daha fazla demokrasi talebiyle başlayıp bir iç savaşa dönüşen Suriye olayları, Baas rejiminin sert müdahaleleri, radikal unsurların çatışmalara dahil olmasıyla büyümüştür. ABD, İran ve Rusya’nın doğrudan ya da dolaylı yollardan destekledikleri gruplar aracılığı ile Suriye’ye müdahale etmesi ülkeyi büyük bir yıkıma sürüklemiştir.

Suriye’de devlet otoritesinin ortadan kalkmasıyla birlikte DAEŞ terör örgütü güçlenmiş ve Türkiye için bir tehdit haline gelmiştir. DAEŞ, Türkiye’nin sınır yerleşimlerine zaman zaman terör saldırıları gerçekleştirmiştir. Bunun yanı sıra PKK’nın Suriye kolu olan PYD terör örgütü ülkedeki otorite boşluğundan yararlanarak Suriye’nin kuzeyinde etkin hale gelmiştir.

DEAŞ terörü ile mücadele bahanesi ile özellikle ABD tarafından silahlandırılan PYD terör örgütü, Suriye’nin kuzeyini ele geçirerek devletleşmeye doğru gitmek istemiştir. Fakat 24 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte başlattığı Fırat Kalkanı Harekatı ile PYD’nin uygulamak istediği planın önüne geçilmiştir.

Suriyeli Mülteciler

Suriye’de yaşanan insani bunalımın büyümesi sonucunda 2011’de 300-400 kadar Suriye yurttaşının Hatay ili Yayladağı ilçesindeki Cilvegözü Sınır Kapısı’na doğru hareketlenmesi, Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk toplu göç hareketini oluşturmuştur. Suriyeli mülteciler sınırdan içeri alınarak Hatay’daki bir spor salonuna yerleştirilmiş ve mültecilerin geçici konaklama ve gıda gereksinimleri sağlanmıştır.

Suriye’de iç savaşın şiddetinin artması üzerine Türkiye’ye yapılan göçler artarak devam etmiştir. Türkiye, savaştan kaçan Suriye halkını etnik köken ve inanç gözetmeden “açık kapı” ilkesi ve “geçici koruma” politikası çerçevesinde kabul edeceğini duyurmuş ve bu politikasına sadık kalmıştır. Nisan 2011 ile Aralık 2014 arasında geçen 3,5 yılı aşan sürede, 4,5-5 milyar doların üzerinde bir harcama yapan Türkiye’ye, uluslararası kuruluşlar ve diğer ülkelerden gelen mali destek sadece %3 dolayında kalmıştır. Türkiye’deki Suriyeli mültecilere ait bir kamp 2016 yılı verilerine göre Türkiye 3 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapmıştır.

✍ Ders Notları
👍 2018 Müfredatı
6 Ders Saati📂 12. Sınıf Tarih
Bu yazıda bulunan terimler ayrıca anlatılmamıştır. Bu yazıdaki bir terimin ayrıca anlatılmasını istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından bize ulaşabilirsiniz.
Sistememizde bu yazıda bahsi geçen kişilere ait bir biyografi bulunamamıştır.
Benzer İçerikler
1960 Sonrasında Dünyada Yaşanan Siyasi Gelişmeler
Tarih

1960 Sonrasında Dünyada Yaşanan Siyasi Gelişmeler

İçeriğe Git>
II. Dünya Savaşı’nın Sonuçları
Tarih

II. Dünya Savaşı’nın Sonuçları

İçeriğe Git>
Orta Çağ’daki Siyasi ve Askeri Gelişmeler
Tarih

Orta Çağ’daki Siyasi ve Askeri Gelişmeler

İçeriğe Git>
II. Dünya Savaşı
Tarih

II. Dünya Savaşı

İçeriğe Git>
Copyright © 2025 Bikifi
Star Logo
tiktok Logo
Pinterest Logo
Instagram Logo
Twitter Logo