MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

📅 25 Mart 2024|19 Mart 2024
Güncel
MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

Konu Özeti

MS 2. yüzyıl ile MS 15. yüzyıl arasında, felsefe, Antik Çağ'dan Orta Çağ'a ve sonrasında Rönesans dönemine doğru evrildi.

Bu konuda
  • Hristiyan ve İslam Felsefenin Temellerini
  • Hristiyan ve İslam felsefesinde İnanç ve Akıl İlişkisini
öğreneceksiniz.
Instagram Logo
Bikifi Instagram'da

Hristiyan Felsefesinin Temel Özellikleri ve Öne Çıkan Problemleri

Hristiyan felsefesi, Hristiyanlık dininin doğuşuyla başlayan ve 15. yüzyıla kadar süren bir dönemi ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Hristiyanlık, yayılma sürecinde farklı felsefi düşüncelerle karşılaşmış ve bu nedenle bazı filozoflar, bu dinin öğretilerini savunmak amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu filozofların felsefesi, genellikle apoloji olarak adlandırılır. Çünkü başlangıçta Hristiyan inançlarına yönelik eleştirilere karşı bir savunma amacı güderler. Ancak zaman içinde bu savunma felsefesi, Hristiyanlıkla uyumlu bir şekilde dini açıklama ve teolojiyi içeren bir felsefe geleneğine dönüşmüştür.

Dini inançlarla felsefi düşüncelerin etkileşimi, bu dönemde felsefenin birçok alanında dinin önemli bir etken olduğunu göstermiştir. Ancak, bu etkileşimin olumsuz sonuçları da olmuştur. Felsefeye ve bilime yönelik eleştirel bir tutum benimsendiğinde bu dönemde bilim de dışlanmıştır. Felsefe ve bilim merkezleri bir bir kapatılmış ve bu, bilimsel ve felsefi ilerlemenin engellenmesine yol açmıştır. Örneğin, 5. yüzyılda İskenderiye Kütüphanesi, bilimsel ve felsefi çalışmaların Hristiyan düşüncesine zarar verdiği gerekçesiyle yakılmıştır.

Bu dönemde genellikle inancın bilgiyi mümkün kıldığı görüşü yaygın olarak kabul edilmiştir. Temel amaç; yeni bilgiler üretmek değil, kutsal olanı daha iyi anlamaya çalışmaktır. Hristiyan felsefesi, uzun bir süreç içinde gelişmiş ve genellikle iki temel döneme ayrılmıştır: Patristik ve Skolastik. Bu dönemler Hristiyan düşüncesinin evriminde önemli bir rol oynamıştır.

Patristik Dönem= MS 2-8. yüzyıl arasında gerçekleşen ilk Hristiyan felsefesi dönemidir. Bu dönemde, Hristiyan filozoflar aynı zamanda din adamları olarak önemli bir rol oynamışlardır. Tertullian, Clemens ve Augustinus gibi düşünürler, bu dönemin önde gelen isimleridir ve genellikle “Kilise Babaları” olarak anılırlar. Patristik Dönem, özellikle Augustinus’un izlediği akıl ve dini açıklama yoluyla inancın temel öğretisi haline gelmiştir. Bu dönemde, Hristiyan dinine yönelik eleştirilere karşı savunma amacı taşıyan düşünceler öne çıkmıştır.

Skolastik Dönem= MS 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren ikinci dönem Hristiyan felsefesini ifade eder. Skolastik terimi, Hristiyanlığın öğretilmesi amacıyla bu dönemde gelişen eğitim hareketinden kaynaklanır ve “okul yolu” veya “okullaşma” anlamlarına gelir. Bu dönemin önde gelen filozofları arasında Anselmus, Aquinalı Thomas ve Ockhamlı William yer almaktadır. Skolastik Dönem, felsefenin eğitim alanına taşınmasını sağlamış ve bu sayede birçok öğrencinin dinî eğitim alarak Hristiyanlığı hızla yaymasına olanak tanımıştır. Bu dönemde kurulan Bologna ve Oxford üniversiteleri, skolastik geleneğin öncülerinden olmuşlardır.

🚀Hristiyan Felsefesinin Genel Özellikleri;

  • İnanç merkezli görüşler ortaya çıkmıştır.
  • İnancın akılla temellendirilmesi yapılmaya çalışılmıştır.
  • Akıl ve inanç tartışmaları ön plana çıkmıştır.
  • İnancın bilgiyi mümkün kıldığı düşüncesi egemendir.
  • Antik Yunan felsefesinden etkilenmiştir.
  • Tanrı’nın varlığı kanıtlanmaya çalışılmıştır.
  • Kutsal metinlerin doğruluğu merkeze alınmıştır.
  • Dinsel otoriteye karşı gelinmemesi gerektiği vurgulanmıştır.

🚀 Hristiyan Felsefesinin Problemleri;

  • Kötülük Problemi
  • Tümeller Problemi
  • Tanrı’nın Varlığını Kanıtlama Problemi

Tanrı’nın Varlığını Kanıtlama Problemi

Hristiyan felsefesinde, Tanrı’nın varlığını kanıtlama çabaları öne çıkmış ve Tanrı’nın varlığına dair farklı argümanlar sunulmuştur. Bu düşünürler, Tanrı’nın varlığını inkar edenlere karşı ontolojik ve kozmolojik kanıtlar sunmuşlardır. Ontolojik kanıtlama, Platon’un evrensel kavramların gerçek varlıkları temsil ettiği fikrine dayanırken kozmolojik kanıtlama, Aristoteles’in ilk neden teorisine dayanmaktadır. Bu kanıtlamalar daha sonra İslam felsefesi düşünürleri tarafından da benimsenmiş ve kullanılmıştır.

Hristiyan Felsefesinde Tanrı’nın Varlığına Yönelik Kanıtlar;

  • Ontolojik kanıtlama= Tanrı kavramından türetilen bir argümandır ve mantıksal olarak Tanrı’nın varlığını ispatlamaya odaklanır. Hristiyan felsefesinde özellikle Anselmus tarafından öne sürülen bu kanıt, insan zihninde Tanrı’nın daha yükseği düşünülemeyen ve tasarlanamayan bir varlık olarak bulunması fikrinden hareket eder. Bu nedenle Tanrı’nın varlığı, insan zihninde mutlak olarak mevcut olan bir kavram olarak kabul edilebilir ve bu argüman sonucunda Tanrı’nın kesin olarak var olduğu sonucuna ulaşılır.
  • Kozmolojik kanıtlama= Her olayın ve varlığın bir nedeni olduğu düşüncesine dayalı olarak evrendeki tüm varlıkların kendiliğinden var olamayacağını ve bir önceki nedeni olan bir varlık tarafından var edildiğini iddia eder. Geriye doğru gidildiğinde, mantıksal olarak bir ilksel varlığın var olması gerektiği sonucuna varır ve bu ilksel varlığın Tanrı olduğunu öne sürer. Aquinalı Thomas, kozmolojik kanıtlamanın önde gelen savunucularından biridir.

Kötülük Problemi

Kötülük problemi; genellikle iyilik ve kötülüğün, günah ve sevabın açıklanması gereken bir mesele olarak ele alınır. Temel soru, “Eğer Tanrı varsa, mutlak güçlüdür ve insanların iyiliğini arzu ediyorsa, neden dünyadaki kötülükleri engellemiyor veya ortadan kaldırmıyor?” gibi sorular etrafında döner.

Kötülük problemi, Hristiyan felsefesinde birçok önemli sorunu beraberinde getirmiştir. Kötülük, Tanrı’nın varlığına dair tartışmalarda bazen Tanrı’nın varlığına karşı bir argüman olarak sunulmuştur. Tanrı, kötülüğü engellemiyor ve kötülük hala mevcutsa, bazıları tarafından Tanrı’nın varlığının sorgulanmasına yol açmıştır. Ancak bu çıkarım, Hristiyan ve İslam düşünürleri tarafından eleştirilmiş ve tartışılmıştır.

Hristiyanlık inanışına göre Tanrı; insanlara iyiliği emreden, kötülükten uzak durmalarını isteyen ve her şeyin yaratıcısı olan tek varlıktır. Bu nedenle, Hristiyan felsefesinde kötülük problemine yönelik farklı açıklamalar geliştirilmiştir. Bu açıklamalar arasında özellikle Augustinus ve Aquinalı Thomas’ın görüşleri öne çıkmaktadır.

Augustinus, Tanrı’nın her zaman iyiliği emrettiğini ancak insanlara irade vererek iyiyi veya kötüyü seçme özgürlüğü tanıdığını vurgular. Ona göre, kötülük insanın iradesinin zayıflığından kaynaklanır. Ayrıca, Hz. Adem’in yasaklanan bir şeye uzanarak cennetten kovulmasını örnek göstererek Tanrı’nın insanları sadece kukla olarak yaratmadığını ifade eder.

Dolayısıyla, kötülük problemi aynı zamanda kader ve özgür irade sorunuyla yakından ilişkilidir. Kaderin Tanrı tarafından bilinip insan tarafından bilinmediği durum, özgür irade sorununu gündeme getirir. Augustinus, insanın kaderini bilmediğini özgür iradenin gerçekleşmesi olarak yorumlar.

Tümeller Problemi

Tümeller kavramı, genellikle bir sınıfa ait olan ve bu sınıftaki tüm üyeleri içine alan genel kavramları ifade etmek için kullanılır. Örnek olarak, “ağaç” kavramını ele alalım. Bu kavram, doğada meyve veren, odun veya kereste üretmeye uygun olan ve uzun ömürlü bitkileri tanımlamak için kullanılır. “Ağaç,” tümel bir kavramdır ve bu kavramın üyeleri, doğada gözlemlenen belirli varlıklardır ve tekil olarak değerlendirilirler.

Varlıklar veya nesneler, içerdikleri benzer özellikler temelinde soyutlanarak tümel kavramlara dönüştürülürler. Bu nedenle tümel kavramlar, nesneler hakkında genel geçer bilgi sağlama yeteneği sunarlar.

Tümler hakkındaki doğası, nasıl oluştukları ve nerede bulundukları gibi sorular, filozoflar tarafından uzun süre tartışılmıştır. Platon’a göre, tümel kavramlar yani idealar, tek tek nesnelerin ötesinde, onlardan bağımsız bir varlığa sahiptirler. Aristoteles’in varlık anlayışına göre ise tümel kavramlar, kendi başlarına gerçek varlık taşımazlar; bunun yerine tümel kavramlar, nesnelerin kendilerinin bir parçası olarak kabul edilirler.

MS 2-15. yüzyıl arasında tümel kavramların ne olduğu, nesnelerin bir parçası mı yoksa onlardan bağımsız bir varlık mı olduğu konusu, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu tartışması ile birlikte, mantık, bilgi ve inanç alanlarında yeniden şekillenmiştir.

  • Kavram realizmi= Tümel kavramların varlığını Tanrı’nın zihninde bulundurduğu bir görüşü savunur. Bu anlayışa göre, insan zihnindeki tümel kavramlar “Tanrısal ide” olarak var olurlar. Mutluluğu ele alalım, bu kavram genel bir kavramdır ve Kavram realizmine göre Tanrı’nın zihninde gerçek bir varlık olarak mevcuttur. Mutluluğun somut bir insanın deneyimlediği bir şey olduğu düşünülebilir, ancak bu kavramın gerçekliği Tanrı’nın zihninde yatar. Bu görüşün önde gelen temsilcileri Augustinus ve Anselmus’tur.
  • Kavramcılık= Diğer bir adıyla konseptualizm, tümel kavramları Tanrısal açıklamalardan ayrıştırır ve bu kavramların duyusal deneyimlerle her bir varlık içinde kavranabileceğini savunur. Örneğin, “insan” kavramı gerçeklik olarak doğada gözlemlenen her insanın içinde bulunur. Bu görüşün önemli bir temsilcisi Aquinalı Thomas’tır.
  • Adcılık= Diğer bir adıyla nominalizm görüşüne göre, tümel kavramlar, benzer özelliklere sahip nesnelere verilen adlarla oluşturulur. Bu kavramların, insan zihninin dışında bağımsız bir gerçeklikleri yoktur. Örnek olarak, “insan” kavramı, akıl sahibi varlıkları işaret etmek için insan zihnince oluşturulan bir isimdir ve bu kavramın zihin dışında bağımsız bir gerçekliği yoktur. Bu görüşün önemli temsilcilerinden biri de Ockhamlı William’dır.

İslam Felsefesinin Temel Özellikleri ve Öne Çıkan Problemleri

İslamiyet öncesi dönemde, çeşitli Doğu merkezlerinde (örneğin, Antakya, Harran, İran ve İskenderiye gibi) Antik Yunan felsefesi metinlerinin çevirileri yapılmıştır. Özellikle Yunanca metinlerin Süryaniceye çevirileri, Doğu ve Batı coğrafyaları arasında Antik Yunan felsefesiyle tanışmayı mümkün kılmıştır.

İslam medeniyetinin hızla yayılması, farklı kültürlerin etkileşim kurmasına ve bilim, sanat ve felsefede önemli gelişmelere yol açmıştır. Bağdat, bu gelişmelerin merkezi haline gelmiştir. İslam felsefesi ise MS 7-12. yüzyıllar arasında İslam dininin yaygın olduğu geniş bir coğrafyada ortaya çıkmış ve yayılmıştır.

İslam düşünürlerinin Antik Yunan felsefesi üzerine yaptığı çalışmalar, Batı dünyasının yeniden Antik Yunan felsefesine ilgi duymasına yol açmış ve bu süreç sonunda Batı’da Rönesans’ın doğmasına katkı sağlamıştır.

İslam coğrafyası, bilim ve felsefe alanında uygun bir ortam sunmuş ve bu nedenle İslami ilimlerin yanı sıra çeşitli bilimsel ve felsefi çalışmaların yapılmasına imkan tanımıştır.

İslam felsefesi, yalnızca Müslüman filozofların geliştirdiği bir felsefe alanı değildir. İslam coğrafyasında yaşayan farklı dinlere mensup veya dinsiz olan filozoflar tarafından yapılan felsefi çalışmalar da İslam felsefesi içinde incelenir. Bu çeşitlilik, İslam felsefesinde farklı felsefi akımların oluşmasına olanak sağlamıştır.

İslam felsefesi filozoflarından biri olan Ebu Bekir Razi, Tanrı ile insan arasında aracı kabul etmeyerek deist bir yaklaşım benimsemiş ve bilgilerin duyumlar yoluyla elde edildiğini savunan natüralist (tabiyyun) bir akımın savunucusu olmuştur. İbnü’r Ravendi ise Tanrı’nın varlığını kabul etmeyerek gerçekliğin yalnızca ezeli ve ebedi madde olduğunu savunmuş ve İslam felsefesinde materyalist (dehriyye) akımının öncülerinden biri olmuştur.

Bunların yanı sıra El Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar, İslam esaslarına dayalı olarak, özellikle Aristoteles’in etkisiyle gelişmiş mantık ve matematik temelli görüşler içeren meşşaiyye felsefesini oluşturmuşlardır.

🚀 İslam Felsefesinin Genel Özellikleri;

  • Antik Yunan felsefesinden etkilenilmiştir.
  • Akıl, iman ve inanç gibi konular tartışılmıştır.
  • Önceki dönemin felsefi problemleri tartışılmıştır.
  • Çeviri faaliyetleri yapılmıştır.
  • Felsefenin gelişimine katkı sağlamıştır.
  • Batı felsefesini etkilemiştir.

🚀 İslam Felsefesinin Problemleri;

  • Yaratıcının Varlığını Kanıtlama
  • Problemi İrade Özgürlüğü Problemi
  • Toplumsal Yaşama Yönelik Problemler

Yaratıcının Varlığını Kanıtlama Problemi

İslam düşünce geleneğinde, Yaratıcı’nın varlığını akıl yoluyla ispatlama meselesi önemli bir yer tutar. Bu konu, Allah’ın varlığının mantıksal ve akılsal temeller üzerine oturtulması çabasıyla ilgilidir. Bu bağlamda, İslam kelamcıları ve filozofları bu konuda çeşitli açıklamalar yapmışlardır. Özellikle, kelam alanında Eş’ari ve felsefe alanında El Kindi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi düşünürler bu konuda öne çıkan isimlerdir.

  • Eşari= Eşari, Yaratıcı’nın varlığını doğadaki değişimler ve evrimler üzerinden açıklar. İnsanın, akıl kapasitesi bakımından diğer canlılardan üstün olduğunu vurgular. Eşari’ye göre, insanın doğumdan ölüme kadar geçirdiği biyolojik evreler ve bu süreçteki gelişimi, kendi başına mümkün olamaz ve mutlaka bir Yaratıcı’nın varlığını işaret eder. İnsan aklının, Yaratıcı’nın varlığını kavrayabilecek kapasitede olduğunu savunan Eşari, insanın yaratılış sürecine dair Kuran ayetlerini referans alarak bu ayetlerin tefsirleri üzerinden Yaratıcı’nın varlığına dair kanıtlar sunar.
  • İbni Sina= İbn Sina, varlık kavramını üç kategoriye ayırır: Zorunlu varlık (vacib-ül vücud), mümkün varlık (mümkin-ül vücud) ve imkansız varlık (mümteni-ul vücud). İmkansız varlıklar onun için sadece teorik, mantıksal bir öneme sahiptir. İbn Sina’nın odaklandığı ana konular ise zorunlu ve mümkün varlıklardır. Zorunlu varlık, başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymadan var olan, ezeli ve ebedi olan varlıktır. Mümkün varlık ise, çevremizde gözlemlediğimiz, var olup sonra yok olan geçici varlıklardır. Bu varlıklar, zorunlu varlıktan kaynaklanır. Zorunlu varlık, yaratıcı niteliğindedir ve ilk olarak aklı yaratır. Bu ilk akıl, ardından ikinci bir akıl yaratır ve bu yaratılış zinciri devam eder. İslam felsefesinde bu düşünce, sudur teorisi olarak adlandırılır ve kökeni Plotinos’un düşüncelerine dayanır.
  • El Kindi= Çoğu İslam düşünürü gibi, El Kindi de Yaratıcı’nın varlığını ispatlamak amacıyla “hudus argümanı”nı kullanır. Hudus, “sonradan yaratılmış” anlamına gelir. Hudus argümanı, sonradan yaratılmış her şeyin mutlaka bir yaratıcıyı zorunlu kıldığı düşüncesine dayanır. El Kindi, evrenin (alem) ezeli (kadim) olmadığını, aksine sonradan (hadis) yaratıldığını savunur. Evrenin eylemli olarak var oluşunun, onun sonradan yaratılmış olmasından kaynaklandığını belirtir. Evrende gözlemlenen zamanın değişimi ve zamanın varlığının, evrenin sonlu olduğunun bir göstergesi olduğunu öne sürer. Evrenin sonlu olması, onun bir başlangıcı ve dolayısıyla bir başlatıcısı olduğunu gösterir. Ayrıca, evrende gözlemlenen düzen ve uyumun, Yaratıcı’nın varlığına dair başka bir kanıt olduğunu iddia eder.

İrade Özgürlüğü Problemi

İslam düşünce tarihinde, insanın karar verme ve hareket etme kapasitesi üzerine kurulu olan özgürlük meselesi, özellikle kader ve irade konularıyla iç içe geçmiştir. Bu bağlamda, İslam kelamcıları, Allah’ın varlığı ve insanın bu varlık karşısındaki duruşunu felsefi bir perspektifle ele almışlardır. Cebriye ekolü dışında, kelamcıların çoğunluğu insanın kendi eylemlerinde özgür olduğunu ileri sürmüşlerdir.

İslam filozofları, özgürlük meselesine akıl merkezli bir yaklaşım sergiler. Farabi, insanın akıllı bir varlık olduğunu ve kendi özgür iradesiyle iyi ile kötü arasında tercih yapabileceğini vurgular. İradeyi, insanın eylemlerini gerçekleştirme gücü olarak tanımlayan Farab, iradesiz bir davranışın mümkün olmadığını ifade eder. İnsan, akıl ve iradeyle kendi davranışlarını seçme özgürlüğüne sahiptir ve bu durum, aynı zamanda davranışlarından sorumlu olduğunu da belirtir. Farab’ye göre, insan düşündüklerini gerçekleştiremiyorsa, bu onun özgürlüğünden yoksun olduğunu gösterir. Düşünme ve irade yeteneğine sahip olmayan bir varlık, insan olarak kabul edilemez.

Zaman içinde İslam felsefesinde, insanın davranışlarının Allah’ın iradesi altında özgür olduğu ve bu yüzden eylemlerinden sorumlu tutulduğu görüşü geniş bir kabul görmüştür. İslam inancında dünya hayatının bir sınav olduğu düşüncesi de, bu anlayışı pekiştiren bir faktör olarak görülmektedir.

Toplumsal Yaşama Yönelik Problemler

Bu konularda bazı düşünceler özellikle dikkat çekmiştir. Toplumsal yaşam ve devletin doğası üzerine geliştirilen fikirler bu bağlamda önem taşır. İslam felsefesinde, devlet konusundaki tartışmalarda Farabi’nin “El-Medinet’ül Fazıla” adlı eseri ve İbn Haldun’un “Mukaddime” adlı çalışması öne çıkan iki önemli eser olarak kabul edilir.

  • Farabi= Ahlaki açıdan ideal bir yaşamın, erdemli bir devlet yapısı içinde mümkün olacağını savunur. İnsanların bir arada düzenli bir toplum oluşturmak için devleti kurduklarını ve ihtiyaçlarını bu düzen içerisinde karşıladıklarını belirtir. İnsanların mutluluğunun, kurdukları bu düzende adaletin sağlanmasıyla mümkün olacağını öne sürer. Adaletin, güçlü bir yapıya sahip olan devlet tarafından temin edilebileceğini vurgular. Farabi, erdemli bir devlette insanların mutlu olacağına inanır. Bu tür bir devletin, bilgili, yetenekli ve sorunları çözebilen kişiler tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünür.
  • İbn Haldun= İbn Haldun, toplum ve devlet yapılarını analiz eder. Onun görüşüne göre, toplumlar insanların birbirlerine olan ihtiyaçlarından kaynaklanır. Güvenlik endişeleri nedeniyle kabileler arası çatışmalar yaşandığını ve bu mücadeleler sonucunda bir kabilenin üstünlüğü ile devletin oluştuğunu ifade eder. İbn Haldun’a göre, devlet yöneticilerinin toplumun yararını gözeterek hareket etmeleri gerekmektedir. Topluma yönelik zulüm, devletin varlığını riske atar. İbn Haldun, devletlerin yaşam döngüsünü bir canlı organizma gibi ele alır: Devletler doğar, büyür ve sonunda yıkılır. Devletlerin evrimini kuruluş, gelişme ve çöküş olmak üzere üç aşamada değerlendirir. Bir devletin yıkılmasının ardından yerine yeni bir devletin kurulduğunu vurgular.

MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinde İnanç ve Akıl İlişkisi

MS 2. yüzyıldan MS 15. yüzyıla kadar süren dönemde, felsefede Tanrı’dan geldiği kabul edilen dini bilgilerin doğruluğu genellikle inanç yoluyla kabul edilirken, mantıksal temellere dayanan bilgilerin doğrulanmasında akıl öncelikli bir rol oynamıştır. Bu bağlamda inanç dini konularla, akıl ise felsefi meselelerle ilişkilendirilmiştir. Akıl ve inanç arasındaki bu etkileşim, aynı zamanda vahiy ve akıl temelli bilgiler üzerinden felsefe ile dinin ilişkisi olarak da ele alınmıştır.

Hristiyan Felsefesinde İnanç-Akıl İlişkisi

Hristiyan felsefesinde genel olarak inanç-akıl ilişkisi daha çok inanç merkezinde yorumlanmıştır.

Patristik Dönem’in erken safhalarında Tertullian,“Anlaşılmaz (mantıksız) olduğu için inanıyorum” diyerek, aklın kavrayışının sınırlı olduğunu ve bazı konuların akıl yoluyla anlaşılamayacağını ifade etmiştir. Onun görüşüne göre, inanç için akla ihtiyaç duyulmaz, zira inanılan şeyler akıl için mantıksızdır. Örneğin, Hz. İsa’nın dirilişi gibi bilgiler akıl yoluyla değil, sadece inanç yoluyla kabul edilebilir.

Clemens, Tertullian’ın “Anlamak için inanıyorum” yaklaşımını eleştirerek, inanç konularının aklın onayından geçmesi gerektiğini savunmuş ve böylece inanç ile aklı birleştirmeye çalışmıştır. Bu düşünce, daha sonraları Agustinus ve Anselmus tarafından da benimsenmiş ve Hristiyan felsefesinde inancın anlaşılmasının akla dayandırılması görüşü güçlenmiştir. Gerçeğin bilinmesi için önce inanmak, ardından bu inancı akıl yoluyla anlamak gerektiği düşünülmüştür. İnsanın mutluluğu için Tanrı’ya inanması ve O’nun emirlerini akıl yoluyla kavraması gerektiği vurgulanmıştır.

Zaman ilerledikçe, bu düşünce biçimi sorgulanmış ve akıl ile inanç birbirinden ayrı alanlar olarak kabul edilmiştir. Aquinalı Thomas,“Bilmek için inanıyorum” ifadesiyle, inanç ve aklın uyum içinde olmasına karşın, her birinin farklı bir alanı temsil ettiğini açıklamıştır. Ona göre, inanç teolojiye, akıl ise felsefeye aittir. Thomas, akıl yoluyla inançla ilgili bazı bilgilerin anlaşılabileceğini de vurgulamıştır.

İslam Felsefesinde İnanç-Akıl İlişkisi

İslam felsefesinde, inançla ilgili bilgi ve akıl yoluyla elde edilen bilgi arasında bir çatışma görülmez. İslam kelamcıları ve filozofları arasında inanç ve akıl ilişkisinin tartışılmasında büyük bir ayrım bulunmaz. İslam kelamcıları, genellikle Kur’an-ı Kerim’i referans alarak, gerçeğin aklın yardımıyla anlaşılabileceğini ifade ederler, ancak aklın nakli (vahiy, ayet ve hadis bilgisi) bilgilerin üzerine çıkamayacağını vurgularlar.

Matüridiyye ekolüne göre nakli bilgiler (vahiy, ayet ve hadisler) akıl yoluyla elde edilen bilgilerden daha önceliklidir. Bunun nedeni, aklın belirli sınırlara sahip olması ve yalnızca akla dayanarak hareket etmenin yanılgılara yol açabileceğidir. Ancak, akıl doğru şekilde kullanıldığında insanların gerçeği bulmalarına yardımcı olur. Ayrıca, aklın doğru kullanımı, dini inançlara ilişkin batıl inançların ve hurafelerin ortadan kaldırılmasında da önemli bir rol oynar.

İmam Gazali,“Maddi bilgiler duyu organları aracılığıyla edinilirken, manevi bilgiler kalbin sezgisel algısıyla elde edilir” diyerek, insanın akıl yoluyla mutlak hakikate ulaşamayacağını dile getirir. Ona göre, akıl, inanç (vahiy) bilgilerinin anlaşılması ve onaylanması için kullanılabilir. Gazali vahiy bilgisini güneşe, akıl yoluyla elde edilen bilgiyi ise göze benzetir; güneş olmadan gözün işlevsiz olduğunu, göz olmadan da ışığın tam olarak algılanamayacağını ifade eder. Gazali, inanca dayalı bilginin kesinliğinin, insanın kalbiyle sezgisel olarak algılanabileceğini savunur ve insanın manevi yönüyle bu tür bilgileri kavrayabileceğini öne sürer.

İbn Rüşd, “Felsefe, dinin sunduğu her konuyu inceleyebilir. Eğer incelenen konuyu kavrayabiliyorsa, bu iki anlayış (felsefi ve dini) birbirine denktir” diyerek Gazali’nin görüşlerine karşı çıkar ve inançsal olanın aynı zamanda akılsal olduğunu iddia eder. Yaratıcı, açıkça var olan her şeyin akıl yoluyla değerlendirilmesi için insanları teşvik eder. Bu nedenle İbn Rüşd’e göre felsefe dinle çelişmez, aksine onunla uyum içindedir. Bilgiyi akıl yoluyla sunan bir kişinin kişisel durumlarının göz ardı edilmesi gerektiğini, önemli olanın bilginin akılcı olup olmadığının belirlenmesi olduğunu vurgular.

8. Yüzyıl-12. Yüzyıl Çeviri Faaliyetlerinin Hristiyan ve İslam Felsefesine Etkisi

8. Yüzyıl-12. Yüzyıl Çeviri Faaliyetlerinin Hristiyan Felsefesine Etkisi

MS 2. ile MS 15. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen çeviri çalışmaları, farklı kültürlerin birbirlerine daha yakın bir şekilde tanıma fırsatı bulmalarına katkıda bulunmuştur. Bu dönemde, Antik Yunan dışında yeni bilim ve felsefe merkezlerinin oluşumuna ön ayak olmuştur.

8. yüzyılda, Porphyrius’un eserleri Yunanca’dan Latince’ye aktarılmıştır. 9. yüzyılda ise, Roma patriğinin misyonerlik çabaları sonucunda İncil Slavca’ya çevrilmiş ve Hristiyanlığın yayılması hedeflenmiştir. Aristoteles ve Platon’un eserlerinin çevirilerinde, Hristiyan inançlarına uygun ve çelişmeyen bölümler özellikle seçilmiştir. Bu çevirilerin, Hristiyanlık öğretilerini desteklemek amacıyla inanç felsefesi üzerine yapılan çalışmalar olduğu anlaşılmaktadır.

8. Yüzyıl-12. Yüzyıl Çeviri Faaliyetlerinin İslam Felsefesine Etkisi

8. ve 9. yüzyıllarda, İslam dünyasında Antakya, Urfa, Cundişapur, Harran, Nusaybin ve Bağdat’taki çeşitli eğitim kurumlarında yapılan çeviri çalışmaları, İslam felsefesinin temelini oluşturmuştur. Bu çeviriler sayesinde İslam alimleri Yunan felsefesiyle tanışmışlardır.

Abbasi halifelerinin yönlendirmeleriyle, 9. ile 12. yüzyıllar arasında Süryani, Arap, Fars ve Hint çevirmenler aracılığıyla birçok felsefi eser Arapçaya aktarılmıştır. Harun Reşit döneminde ele geçirilen eserler, Bağdat’ta kurulan Beyt’ül Hikme kütüphanesinde toplanmıştır. Özellikle Abbasi Halifesi Mensur’un Beyt’ül Hikme’de başlattığı çeviri hareketleri sırasında Aristoteles’in “Organon” ve Porphyrius’un “İsagoji” gibi mantıkla ilgili eserleri Arapçaya çevrilmiştir. Bu kütüphane, bir bilim ve felsefe akademisi olarak işlev görmüştür.

Plotinos’un emanasyon teorisi ve Aristoteles’in mantık görüşleri, İslam felsefesi üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Gerçekleştirilen bu çeviriler, İslam felsefesinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamış ve İslam dünyasını felsefenin bir merkezi haline getirmiştir.

✍ Ders Notları
16 Ders Saati📂 11. Sınıf Felsefe
Bu Yazıda Geçen Terimler
Sistememizde bu yazıda bahsi geçen kişilere ait bir biyografi bulunamamıştır.
Benzer İçerikler
MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri
Felsefe

MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

İçeriğe Git>
Din Felsefesi
Felsefe

Din Felsefesi

İçeriğe Git>
Varlık Felsefesi
Felsefe

Varlık Felsefesi

İçeriğe Git>
MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı
Felsefe

MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı

İçeriğe Git>
Düşünme ve Akıl Yürütmenin Temel Kavramları
Felsefe

Düşünme ve Akıl Yürütmenin Temel Kavramları

İçeriğe Git>
Siyaset Felsefesi
Felsefe

Siyaset Felsefesi

İçeriğe Git>
Copyright © 2024 Bikifi
Star Logo
tiktok Logo
Pinterest Logo
Instagram Logo
Twitter Logo