20. Yüzyıl Felsefesinin Temel Özellikleri, Problemleri ve Ana
Akımları
20. yüzyıl felsefesi, gerçeğin mahiyeti ve bilginin nasıl elde edileceği gibi konuları tartışırken, metafizik meselelerin de ön plana çıktığı bir çağdır. Aynı zamanda, dünya savaşları gibi büyük toplumsal ve ekonomik olaylara dair düşüncelerin şekillendiği bir zaman dilimidir. Coğrafi sınırların ötesinde etkisini gösteren bu çağdaş felsefe akımı, zamanla kendine özgü bir sistem oluşturmuştur.
20. yüzyıl, hem ekonomik hem de uluslararası ilişkiler açısından bilim ve teknolojinin önemli bir güç olarak kullanıldığı bir dönemdir. Bu dönemde, üretimde ve askeri güçte bilim ve teknolojinin etkisi net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dünya savaşlarının yaşandığı bu çağ, siyasi ve ekonomik krizlerle dolu dramatik olaylara tanıklık etmiş ve bu durumlar insanları derin bir umutsuzluğa iterek bireylerin içe kapanmasına yol açmıştır. Yaşanan bu olaylar, insanların değer yargılarında önemli değişikliklere sebep olmuş ve pek çok değer temelden sarsılmıştır. Filozoflar bu dönemin zorluklarına karşı hassasiyet göstermiş ve yaşananları felsefeleri içinde ele alarak derinlemesine incelemişlerdir.
⭐ 20. Yüzyıl Felsefesinin Öne Çıkan Bazı Özellikleri;
- Felsefenin problemlerine yeni açıklamalar getirilen dönemdir.
- Felsefede uzmanlaşmaların olduğu dönemdir.
- Felsefenin yeni yöntemler kazandığı dönemdir.
- Felsefede yeni ana akımların oluştuğu dönemdir.
- Sembolik mantık çalışmalarının yoğunlaştığı dönemdir.
- Dilsel analizlerin yapıldığı, dil ve düşünce arası ilişkilerin incelendiği ve dil kuramlarının geliştirildiği dönemdir.
- Bilim üzerine yapılan çalışmalar sonucunda bilim felsefesi alanının kurulduğu dönemdir.
- Felsefi eserlerin çoğaldığı bir dönemdir.
- Felsefenin üniversiteler aracılığıyla dünyanın her yerinde yapıldığı dönemdir.
20. yüzyıl felsefesi, temel sorunlarını ve bu sorunlara dair dönemin önde gelen düşünce akımlarının yürüttüğü tartışmaları ve trendleri şekillendirmiştir. Bu döneme ait felsefi problemlerin kavranması, 20. yüzyıl felsefe akımlarının perspektiflerinin detaylı bir şekilde incelenmesini zorunlu kılar.
⭐ 20. Yüzyıl Felsefesinin Temel Problemleri ve Akımları;
- Gerçeklik-Görünüş Sorunu (Fenomenoloji)
- Yorum Sorunu (Hermeneutik)
- Değişim Sorunu (Diyalektik Materyalizm)
- Metafizik Bilgi Sorunu (Mantıkçı Pozitivizm)
- Varlık Sorunu (Yeni Ontoloji)
- Varoluş-Öz Sorunu (Varoluşçuluk)
Fenomenoloji ve Gerçeklik-Görünüş Sorunu
Husserl, doğal dünyanın ötesinde de varlıkların bulunduğuna inanır ve varlığın gerçekliğinin mantıksal bir şekilde araştırılması gerektiğini savunur. O, “Bilinç, daima bir şeyin bilincidir” diyerek, bu bilincin nesnelerin özünü ve anlamlarını kavramamızı sağladığını ifade eder. Fenomenoloji, yani görüngübilim, insanın duyusal deneyimleriyle doğrudan temas halinde olan fenomenlerin, diğer bir deyişle olguların ve olayların, mantıksal bir çerçevede tasvir edilmesi için kullanılan bir yöntemdir.
Bu yaklaşım, fenomenlerin özüne erişilmesini ve böylece bilincin detaylı bir analizini mümkün kılar. Bilincin temel özelliği, bir şeye yönelim olması nedeniyle, bilinç üzerine yapılan araştırmaların odağı, bilincin kendisinden ziyade, onun içinde bulunan ve üzerine yoğunlaştığı fenomenlere olmalıdır. Fenomenolojik metodoloji; fenomenlerin özünü anlayabilmek adına, daha önceden sahip olunan bilgilerden, önyargılardan ve tesadüfi niteliklerden sıyrılmayı; bu tür bilgileri geçici olarak bir kenara bırakmayı gerektirir. Husserl, bu ‘paranteze alma’ işlemini, üç özel durumda zorunlu bulur:
- Tarihle ilgili paranteze alma: Toplumsal yaşantının oluşturduğu görüş ve ön yargılardan uzaklaşma
- Varoluşla ilgili paranteze alma: İncelenen nesnelerin gerçekten var olup olmadıklarına
yönelik şüpheden uzak durma - “İde”lerle ilgili paranteze alma: Nesneleri renk ve şekil gibi özelliklerinden arındırmayı sağlama
Paranteze alma tekniği kullanılarak, fenomenlerin özüne erişilebilir. Örneğin, bir kişinin bir masanın özü hakkında bilgi edinmesi, karşısındaki masayı fenomenolojik metod ile incelenmesi sonucu gerçekleşir. Masayla ilgili tüm önceden var olan bilgilerin, renginin ve şeklinin geçici olarak dikkate alınmamasıyla, kişinin ulaştığı bilgi, masanın özüne ilişkin bir bilgidir. Bu, “özsel sezgi” olarak adlandırılır.
Hermeneutik ve Yorum Sorunu
Hermeneutik, insanların sözleri ve eylemleri aracılığıyla meydana getirdikleri eserlerin ve yapıların anlamının çözümlenmesiyle ilgilenir. Başlangıçta, tek Tanrılı dinlerin kutsal metinlerinin anlamının çıkarılması ve peygamber sözleri ile davranışlarının yorumlanması amacıyla gelişmiş, zaman içinde her türlü metnin yorumlanmasında kullanılan bir yöntem haline gelmiştir.
Dilthey, hermeneutiğin temelini atan filozoflardan biridir ve özellikle doğa bilimleri ile beşeri bilimler arasında bir ayrım yapar. Doğa bilimleri, dışsal gerçeklikleri incelerken, beşeri bilimler insanın iç dünyasına yönelik bilgiler sunar ve bu alanda tarih öncü bir disiplin olarak öne çıkar. Dilthey’a göre, her dönemin kendine özgü bir ruhu vardır ve bu ruh, dil aracılığıyla kendine has anlamlar yaratır. Bir tarihsel dönemi veya olayı anlamak için, o dönemin ruhunun dile yansıttığı anlamları incelemek gerekir.
Gadamer, hermeneutiği bir yöntemden öte, bir hakikat arayışı olarak ele alır ve felsefi bir akım olarak geliştirir. Gadamer’e göre, hermeneutik, insanların birbirlerini ve nihayetinde kendilerini anlamalarını sağlayan, köprü vazifesi gören bir araçtır. Anlamak, insan varoluşunun en derin yeteneklerinden biridir ve var olan bilginin yeniden üretilmesini ifade eder.
Gadamer, önyargıların, bireyin perspektifinin ulaşabileceği sınırları belirlerken aynı zamanda bir tür ön bilgi sağladığını öne sürer. Anlamayı, “ufukların birleşmesi” olarak adlandırdığı bir teori ile açıklar. Bu kavramda, bireyin bilgi ufku ile karşılaştığı nesnenin veya konunun ufku birleşir, böylece anlama süreci gerçekleşir. Ufukların birleşmesi, bir kişinin ifadelerinin anlaşılması veya bir metnin çözümlenmesi gibi, dil ve anlamın etkileşimi aracılığıyla gerçekleşebilir.
Yeni Ontoloji ve Varlık Sorunu
Hartmann, felsefenin karşılaştığı sorunlu alanların özellikle metafizikle ilgili olduğuna dikkat çeker. Bu tür meselelerin çözümünde tarih boyunca mantığa dayalı yöntemlerin tercih edildiğini, ancak mantıkla uyumlu görünen bir argümanın her zaman gerçekliği yansıtmayabileceğini vurgular. Mantık temelli yaklaşımların sınırlılıklarını eleştiren Hartmann, felsefede bilgiye dayalı bir sistem oluşturulması gerektiğini savunur. Bilginin doğasının anlaşılması ve ontolojiye, yani varlık bilimine olan ihtiyacın altını çizer. Hartmann’a göre, varlıkların yapısını ve işleyişini deneysel bir temel üzerinde incelemek önemlidir.
Varlık kavramını madde ve ruh olarak ele alan Hartmann, ruhun düşünme yetisini öne çıkarır. Bilgi oluşumunun düşünen bir subjeye bağlı olmakla birlikte, düşünülen varlığın da önemli bir rolü olduğunu belirtir. Bu nedenle Hartmann, felsefe, sanat, sosyoloji, hukuk gibi her bilgi alanında çalışan kişilerin (filozoflar, sanatçılar, sosyologlar, hukukçular gibi) kendi alanlarında karşılaştıkları varlıkları derinlemesine tanımaları gerektiğini öne sürer. Hartmann, bu derinlemesine anlayışın bir metodoloji işi olduğunu ve yeni ontolojinin bu gereksinimi karşılamak üzere tasarlandığını savunur.
Varoluşçuluk ve Varoluş-Öz Sorunu
Varoluşçuluk ya da Egzistansiyalizm, bilimsel bilgiyi en üstün bilgi formu olarak gören görüşe meydan okur ve insan varoluşunun, bu tür bir bilgiyle tam olarak açıklanamayacağını savunur. Varoluşçuluğu benimseyen düşünürler; özgürlük, özgür irade ile seçim yapabilme, yaşamın anlamı ve varlık ile öz arasındaki ilişki gibi temel konuları ve felsefi sorunları ele almışlardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan derin trajediler, modern toplumun kendine olan güvenini zedelemiş ve bu durum, varoluşçuluk felsefesine duyulan ilgiyi pekiştirmiştir.
Kierkegaard, 19. yüzyılın düşünce dünyasına ve bireyin değerinin küçümsenmesine yönelik bir eleştiri getirerek Hegel’in felsefesine karşı çıkar ve varoluşçuluğun temel taşlarını döşer. Ona göre, insanın asıl meselesi bilgi ya da öğrenim değil, var olmanın ta kendisidir. Varoluş hiçbir zaman sabit değildir; sürekli değişim içindeki insan, kendini yenilemek için sürekli yeni kararlar alır ve seçimler yapar. İnsanın seçim yapma kapasitesi, özgürlüğünün bir göstergesidir. Bu özgürlük, yapılan seçimlerin getirdiği sorumlulukları kabul etmeyi de içerir.
Varoluşçu düşünceyi Nietzsche de önemli ölçüde şekillendirmiştir, modern insanın Aydınlanma ile şekillenen değerlerini sorgular ve bu değerlerin temellerinin sarsıldığını iddia eder. Nietzsche’ye göre, insan hem toplumu hem de kendisini aşmalıdır; bu aşma, belirlenen bir amaca ulaşmaktan ziyade sürecin kendisinde anlam bulur.
Jaspers ise, modern dünyanın düşünce biçimlerinin ve hem materyalist hem de idealist felsefelerin varoluşu açıklama girişimlerinin yetersiz kaldığını öne sürer. Bilimlerin insan varoluşunu tam anlam ıyla kavrayamayacağını, felsefenin ise insanın öznel varoluşunu açıklayabileceğini savunur.
Sartre, varoluşçuluk düşüncesinin öncülerinden biri olarak, “Önce varoluş gelir, sonra öz” ilkesini felsefesinin temeline yerleştirir. Bu ilke, insanın dünyaya önceden belirlenmiş bir öz ile gelmediğini, ancak kendi seçimleriyle kendi özünü ve dolayısıyla kendisini şekillendirdiğini ifade eder. İnsanın kendi özünü belirleme yetisi, özgür olabilme kapasitesinden yani seçim yapabilme özgürlüğünden kaynaklanır. İnsanın özgürlüğü, doğuştan gelen bir özellik olmaktan ziyade, bilinç sahibi olmasından ileri gelir.
Diyalektik Materyalizm ve Değişim Sorunu
Materyalizm, evrenin ve varlığın temelinde maddenin yattığını savunan felsefi bir yaklaşımdır. Bu düşünce, Antik Çağ’dan itibaren çeşitli filozoflar tarafından geliştirilmiş ve maddenin evrenin temeli olduğu farklı yollarla ifade edilmiştir.
Marx ve Engels, materyalist felsefeyi temel alarak Hegel’in diyalektiğini eleştirmişlerdir. Onlara göre Hegel, diyalektik süreci tez-antitez-sentez şeklinde doğru bir şekilde tanımlasa da, süreci tin (ruh) ile başlatarak temel bir yanılgıya düşmüştür. Marx ve Engels’e göre, tez aşamasının doğa yani madde ile başlaması gerekmektedir. Bu anlayışla, Marx ve Engels diyalektik materyalizmi formüle etmişlerdir. Onların görüşüne göre, evrenin ve varoluşun süreci, doğanın nicel birikimlerinden kaynaklanan nitel atılımlarla ilerler. Bu niteliksel atılımlar, niceliksel birikimlerin dönüşümünü tetikler.
Engels, düşünce ve doğanın ilişkisini; Marx ise toplumun evrimini ve dönüşümlerini açıklamak için diyalektik metodolojiyi kullanmıştır. Engels, çağının bilimsel verilerini temel alarak doğanın ve onun diyalektik prensiplerinin anlaşılmasına yönelik bir çerçeve sunmuştur. O, düşüncenin ve doğanın birbiriyle uyum içinde olduğunu ve düşünce süreçlerinin, doğanın uymak zorunda olduğu yasalar çerçevesinde şekillendiğini öne sürmüştür.
Diğer yandan, Marx, tarih boyunca meydana gelen toplumsal değişimleri inceleyerek, bu değişimleri ekonomik üretim süreçlerine ve üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkilerine bağlamıştır. Onun analizine göre, toplumda ekonomik üretim ilişkileri, temelde yer alan maddi yapıları oluşturur; bu temel yapının üzerine inşa edilen siyasi ve hukuki kurumlar ise toplumun üstyapısını meydana getirir. Marx, ekonomik temelin (altyapının) toplumsal ve kültürel yapıları (üstyapıyı) şekillendirdiğini savunur. Bu bakış açısı, toplumsal ve ekonomik değişimlerin birbirini etkileyerek yeni ekonomik yapılar kurduğunu vurgular ve bu yaklaşım tarihsel materyalizm olarak tanımlanır.
Mantıkçı Pozitivizm ve Metafizik Bilgi Sorunu
20. yüzyılın başlarında Viyana’da, Moritz Schlick liderliğinde, Carnap ve Whitehead gibi bilim adamlarının da katılımıyla mantıkçı pozitivizm hareketi kurulmuştur. Bu akım, “Viyana Çevresi” adıyla da tanınır ve deneyim ve gözlem dışı kalan ifadeleri anlamsız olarak kabul eder. Odak noktası, önermelerin anlamıyla ilgili problemlerdir. Akımın amacı, deney ve gözlem yoluyla doğrulanamayan metafiziksel ifadeleri, diğer geçerli önermelerden ayırt etmektir.
Mantıkçı pozitivistlere göre, deney ve gözlemle doğrulanamayan metafiziksel ifadeler anlamsızdır. Carnap, bu tür ifadeleri sadece sözde önermeler olarak değerlendirir. Örneğin, “Ruh ölümsüzdür ve öldüğünde bir bedenden diğerine geçer” gibi bir önerme, ruhun varlığı ve bedenler arası geçişin deneyimle kanıtlanamayacağı için metafiziksel kabul edilir.
Mantıkçı pozitivizme ve onun bilim anlayışına ilk ciddi eleştiri, görüşlerine rağmen Karl Popper tarafından gelmiştir. Popper, bilimsel bilginin temelini oluşturan tümevarımın kesinlik iddialarını reddeder. Popper’a göre, “Bütün kuğular beyazdır” gibi bir genellemenin, siyah bir kuğunun var olabileceği ihtimali nedeniyle her zaman şüphe altında olması, tümevarım yoluyla ulaşılan sonuçların kesinliğinin sorgulanması gerektiğini gösterir.
Thomas Kuhn da pozitivizmi ve mantıkçı pozitivizmi eleştiren başka bir düşünürdür. Kuhn, bilimin oluşum aşamalarını ve tarihsel bağlamını inceleyerek klasik bilim anlayışını temelden sarsar. Bilimi, bilim insanlarının faaliyeti olarak gören ve bilimin sosyal ve bireysel değer yargılarından bağımsız olmadığını savunan Kuhn, bilimsel bilginin toplumsal ve kişisel etkileşimlerden etkilendiğini belirtir. Bilimi, içinde bulunduğu değerlerden ayrı düşünmenin yanlış olduğunu vurgular.
Kuhn’un eleştirilerinde merkezi bir yer tutan paradigma kavramı, bilimsel anlayışların temelini oluşturur ve yeni bulgular ışığında değişebilir. Aristoteles’ten Newton’a kadar süren fizik anlayışlarının değişimi, paradigma değişikliklerinin bir örneğidir. Kuhn’a göre, bilim, bu tür paradigmaların yer değiştirmesiyle, yani bilimsel devrimlerle ilerler ve bu, pozitivizmin ve mantıkçı pozitivistlerin düşüncelerinin yanılgılı olduğunu gösterir.
Türkiye’de Felsefi Düşünceye Katkıda Bulunan Felsefeciler
Hasan Ali YÜCEL
- Felsefe öğretmenliği yapmış ve Millî Eğitim Bakanlığı görevi sırasında bir tercüme bürosu kurarak felsefe ve edebiyat eserlerinin çevirisine öncülük eden Hasan Ali Yücel, özgürlük, eğitim ve hümanizm gibi kavramlara büyük önem vermiştir.
- Yücel, özgürlüğü, birey ve toplum için vazgeçilmez bir ideal olarak görmüş ve özgürlüğün olmadığı bir yerde insanın kişisel gelişiminin mümkün olamayacağını vurgulamıştır.
- Kendi kendine düşünme yetisiyle elde edilebilecek gerçek özgürlüğün, insan onuruna dayalı bir eğitimle yaygınlaştırılması gerektiğine inanmıştır.
- Hümanizm perspektifinden yola çıkarak, insanlar arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve herkes için eğitim ve özgürlük temelli bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini savunmuştur.
- Yücel, bu bağlamda, birey ve toplumu kucaklayan, eleştirel ve hümanist bir yaklaşım sergilemiştir.
Nusret HIZIR
- Yurtdışında felsefe, matematik ve fizik alanlarında eğitim alan Nusret Hızır, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi başta olmak üzere çeşitli üniversitelerde bilim felsefesi ve mantıkçı pozitivizm konularında dersler vermiştir.
- 1977 yılında Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü’nü “Felsefe Yazıları” kitabıyla kazanan ve Türk Tarih Kurumu’nda danışmanlık yapan Hızır, felsefe ve bilimin kendine has dili ve terminolojisi olduğunu savunur.
- Diyalektik bir çerçevede düşündüğünü ve analitik felsefeyi benimsediğini belirten Hızır, analitik felsefenin önermeleri detaylı bir şekilde çözümlemeye odaklandığını ifade eder.
- Hızır’a göre, bu çözümleme yöntemi, bireysel parçaların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olurken, genelin anlaşılmasında diyalektik yöntemin daha etkili olduğunu düşünmektedir.
Hilmi Ziya ÜLKEN
- Hilmi Ziya Ülken, Türk ve İslam düşüncesine katkılarıyla tanınan bir felsefe, sosyoloji ve sanat uzmanıdır ve ordinaryüs profesör unvanını taşır.
- Ülken, felsefenin dogmatik yaklaşımlardan sıyrılarak gerçeğe yönelmesi gerektiğine vurgu yapar ve varlık üzerine yaptığı çalışmalarla felsefe alanında dikkat çeker.
- Ülken’in görüşlerine göre, varlık iki kategoriye ayrılır: sonlu ve sonsuz.
- İnsan, sonlu bir varlık olarak, sonsuz varlığın bilgisine erişemez ve onun gibi var olamaz.
- Yine de, insan, akıl ve mantık yoluyla sonsuz varlığı düşünebilir ve sezgiler aracılığıyla onu hissedebilir.
- Ülken, bireyin özgür iradesini ve başkalarına olan sorumluluğunu, Allah’a olan sorumlulukta bulur.
- İnsanın öz benliğine ulaşması, iç dünyasına dönük bir yolculukla mümkündür ve bu yolculukta insan, insanlık için değerler yaratabilir.
Takiyettin Mengüşoğlu
- Takiyettin Mengüşoğlu, değerler üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır, yeni ontoloji ve fenomenoloji gibi akımlardan etkilenmiş ve bu konularda eğitim vermiştir.
- Ayrıca, sistematik felsefenin ilerlemesine katkıda bulunmuştur.
- Mengüşoğlu, insan varoluşunun mahiyeti üzerine derinlemesine eğilir ve insanı, ontolojik bir perspektifle, antropolojik bir varlık olarak niteler.
- İnsanın doğasını anlamada, onun yalnızca tek bir özelliğinden hareket etmenin yanıltıcı olacağını savunur; insanın komple yapısı ve davranışlarıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini öne sürer.
- Onun görüşüne göre, insanın günlük yaşamındaki tüm eylemleri ahlaki bir çerçevede incelenmelidir; bu eylemler bütün olarak ele alındığında ahlakın ve dolayısıyla insanın doğası daha iyi anlaşılır.
- İnsan bir değer yaratıcıdır ve bu değerler, ona yaklaşırken göz önünde bulundurulmalıdır.
- İnsanın her yönüyle üretkenliği, ona bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmayı gerektirir.
- Mengüşoğlu’na göre, insan hem kendini hem de diğerlerini tanımalıdır; çünkü ahlaki bir varlık olmanın önkoşulu budur.
- Böylece, insan davranışlarının sorumluluğunu üstlenir ve kişisel kimliği, bu sorumlulukla birlikte şekillenir.
Macit GÖKBERK
- Felsefe tarihi üzerine önemli katkılarda bulunan Macit Gökberk, dil ve düşünceye dair çalışmalarıyla da tanınır.
- Felsefi kavramları sadeleştirerek anlaşılır bir Türkçe ile ifade etme çabasında olmuş ve bu yönde önemli adımlar atmıştır.
- Ayrıca, uzun süre Türk Dil Kurumu başkanlığını yürütmüş olan Gökberk, felsefenin kültürel gelişime katkısının altını çizer.
- Gökberk’e göre felsefe, insanlara çağın bilincini kazandırmanın ve toplumsal çıkmazlarda yol göstericilik yapmanın aracıdır.
- Felsefenin, yaşamın içinde yer aldığını ve gerçekliğin bütüncül bir şekilde kavranmasını mümkün kıldığını vurgular.
- Türkiye’de felsefenin gelişiminin, ülkenin aydınlanma sürecine katkıda bulunduğuna ve Türkiye’nin Batı toplumları gibi belirli toplumsal aşamalardan geçmesinin önemine işaret eder.
Nurettin Topçu
- Nurettin Topçu’nun felsefi düşüncelerinde ahlak anlayışı önemli bir yer tutar.
- O, çatışan ahlak teorilerini eleştirir ve felsefesini “hareket” üzerine inşa eder.
- Topçu için hareket, sadece fiziksel bir eylem değil, insanın kendisini ve çevresini dönüştürebilme yetisiyle ilgilidir.
- Bu, düşünceyi eyleme dönüştürme kapasitesine sahip insanın, daha yüksek bir varlık tarafından bir amaçla donatıldığını gösterir.
- Topçu’ya göre insanın asıl gayesi, sonsuz olanı, yani Allah’ı bulmaktır.
- Bu yolculukta, insan özgür iradesiyle bilinçli seçimler yapar; bu seçimler, insanlığını ifade eder ve sonsuza ulaşma arzusundan kaynaklanır.
- Topçu’nun ahlak felsefesi, bilinçli ve iradeli eylemleri merkeze alır ve bu yaklaşımı “isyan ahlakı” olarak adlandırır.
- İsyan ahlakı, bireyin iman, irade ve sorumluluk bilinciyle özgürce ve akılcı bir şekilde hareket etmesini vurgular.
- Bireyin bu şekilde davranması, toplumsal aydınlanmanın yolunu açar ve toplumu olumsuz etkilerden temizler.
- Topçu’ya göre, toplumun refahı ve güvenliği için gerekli olan hareketlerde bulunmayan bireylerde, ruh, iman ve iradede eksiklikler bulunmaktadır.
Aydın SAYILI
- Aydın Sayılı, bilim felsefesi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan bir akademisyendir.
- Ankara Lisesi’ndeki olgunluk sınavlarında gösterdiği başarı ile Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkatini çekmiş ve Atatürk’ün desteğiyle yurt dışı eğitim sınavlarına katılmıştır.
- Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlayan Sayılı, “Arap ve İslam Bilimi” üzerine yazdığı tezi ile bilim tarihi alanında doktora unvanı alan ilk Türk bilim insanı olmuştur.
- Türk-İslam bilim tarihine yönelik araştırmalarıyla uluslararası alanda tanınan Sayılı, UNESCO’nun “Orta Asya Uygarlıkları Tarihi” projesinde görev almıştır.
- Ayrıca, Almanya’daki Doğu Bilimciler Derneği tarafından onur üyesi olarak kabul edilmiştir.
- 1973 yılında, Kopernik’in 500. doğum günü anısına Polonya Konsolosluğu tarafından “Copernicus” adlı çalışması nedeniyle Sayılı ’ya Kopernik Madalyası verilmiştir.
Mübahat TÜRKER KÜYEL
- Mübahat Türkel Küyel, felsefenin evrimi ve kültürlerarası alışverişte Türk kültürünün rolü ve değeri hakkında önemli düşünceler geliştirmiştir.
- Küyel’in yaşamı, eserleri ve fikirleri üzerine bir tez kaleme alan Zeliha Çelikkol, Küyel’in felsefe tarihi üzerine yaptığı çalışmaları, felsefenin nasıl ortaya çıktığı sorusundan başlayarak, bu düşünce akımının Roma, Yahudi, Hristiyan, Müslüman topluluklarına, Avrupa’ya ve Osmanlılara nasıl ve hangi yollarla ulaştığını sorgulayarak derinlemesine incelediğini aktarır.
- Çelikkol’a göre, Küyel felsefenin gelişimini sadece Yunan medeniyetinin bir ürünü olarak görmeyip, onun doğasına duyulan saygılı bir hayretten kaynaklandığını vurgular.
- Çelikkol, Küyel’in çalışmalarının, Türk kültürünün derin ve zengin geçmişini ve bu kültürün dünya medeniyetlerine yaptığı büyük katkıları ortaya koymak için çeşitli ilişkiler kurduğunu belirtir.
- Küyel’in araştırmalarıyla, genellikle sadece Batı ve Antik Yunan kültürlerinin incelendiği ve önemsendiği bir dünyada, bu kültürler dışında kalan Türk kültürünün de uluslararası kültürlere önemli katkılarda bulunduğunu göstermeye çalıştığını ifade eder.
- Küyel, Türk düşüncesinin Mezopotamya ve Sümer düşünceleriyle olan anlamlı ilişkisini vurgulayarak, bu kültürel ve felsefi bağları ön plana çıkarır.
İoanna KUÇURADİ
- İoanna Kuçuradi, değerler felsefesi üzerine yürüttüğü çalışmaları ve özgürlük meselesine getirdiği varoluşçu yaklaşımlar ile felsefe dünyasında dikkat çeken bir filozoftur.
- 1980 yılına dek Türkiye Felsefe Kurumu’nun kurucular ı arasında yer alan ve burada hem genel sekreterlik hem de başkanlık görevlerini üstlenmiş Kuçuradi, aynı zamanda Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun da ilk kadın başkanı olmuştur.
- Akademik çalışmalarının yanı sıra “Goethe Madalyası” gibi birçok prestijli ödülün sahibi olan Kuçuradi, özgürlük konusunu etik bir perspektiften varoluşçu bir çerçevede değerlendirir.
- Kuçuradi, varoluşun özden önce geldiği ve insanın özgürlüğünü sonradan kazandığı fikrini savunur ve özgürlüğe ulaşmanın herkes için mümkün olmadığını, ancak bazı bireylerin bu durumu gerçekleştirebileceğini öne sürer.
- Jean-Paul Sartre gibi düşünürlerin özgürlüğü insanın doğal bir niteliği olarak gören görüşlerine eleştiriler getirir ve özgürlüğü, varoluşsal bir olasılık olarak değerlendirir.
Uluğ NUTKU
- Uluğ Nutku, insan ve toplum felsefesi alanında yaptığı çalışmalarla tanınır. 1990, 1994 ve 2000 yıllarında sırasıyla Çukurova, Mersin ve Cumhuriyet Üniversitelerinde Felsefe Bölümleri’nin kuruluşuna öncülük etmiş olup, bu başarıları onu “gezgin filozof” olarak ünlenmesine yol açmıştır.
- Nutku’nun görüşlerine göre, insan toplumun bir unsuru olup felsefe, insan ve toplum üzerinde etkili bir güçtür.
- Felsefenin, mevcut kültür içinde onu sorgulayan, tartışan ve geliştiren bir karşıt kültür işlevi gördüğünü savunur.
- Mevcut kültürün, karşıt görüşleri içermesi ve bunları beslemesiyle zenginleşeceğini belirtir.
- Toplumların felsefesiz yaşayabileceğini ancak bu durumun, kendini tekrar eden, monoton bir varoluşa yol açacağını ifade eder.
- Kendini tekrar eden bir yaşam, zamanın geçmişe kurban edilmesi ve gelenekler içinde yenilikçi olanlar ile baskılayıcı olanların ayrımının kaybolması sonucunu doğurur.
- Bu, toplumun tek-tipçilik ve tek-sesliliğe sürüklenmesine, dolayısıyla canlılığını yitirmesine neden olur.