18. Yüzyıl-19. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

📅 05 Nisan 2024|20 Haziran 2024
Güncel
18. Yüzyıl-19. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

Konu Özeti

18.-19. yy felsefesi, Aydınlanma'nın rasyonalizmi, özgürlük ve bilim vurgusu ile Romantizm'in duygusal ve bireysel vurgularına geçişi içerir. Endüstriyel ve sosyal değişimler, felsefi ve politik düşünceyi şekillendirir.

Bu konuda
  • 18. yy ve 19. yy felsefesindeki gelişmeleri
  • 18. yy ve 19. yy arasındaki felsefede öne çıkan görüşleri
  • 18. yy ve 19. yy arasındaki önemli filozofları
öğreneceksiniz.
Instagram Logo
Bikifi Instagram'da

18. Yüzyıl -19. Yüzyıl Felsefesinin Temel Özellikleri ve Öne Çıkan
Problemleri

18. Yüzyıl -19. Yüzyıl Felsefesinin Genel Özellikleri;

  • Akla güven duyulmuş ve akılcı düşünceye önem verilmiştir.
  • Özgürlüğü engelledikleri düşüncesiyle siyasi ve dinî otoritelere karşı gelinmiştir.
  • Düşünce özgürlüğü desteklenmiştir.
  • Aydın ve yazarlar sınıfı oluşmuştur.
  • Sanat, felsefe ve edebiyatta önemli eserler verilmiştir.
  • Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi gerçekleşmiş ve buna bağlı problemler tartışılmıştır.
  • Felsefede yeni ekoller ortaya çıkmıştır.

18. ve 19. yüzyıl felsefesine Aydınlanma dönemi adı verilir ve bu dönemin felsefesini en iyi şekilde tanımlayanlardan biri, o zamanlar yaşamış olan filozof Immanuel Kant’tır. Kant, “Aydınlanma Nedir?” isimli eserinde Aydınlanma’yı, bireyin kendi hatalarından kaynaklanan olgunlaşmamışlık halinden kurtulması olarak açıklar. Olgunlaşmamışlık kavramıyla Kant, insanın kendi aklını bağımsız bir şekilde kullanma yeteneğinin eksikliğine dikkat çeker ve bunu bireyin kendi kusuru olarak belirtir. Kant aynı zamanda bu dönemin özünü “Aklını kullanmaya cesaret et!” sözleriyle özetler.

Aydınlanma döneminin temel amacı, insanı ve doğayı akıl yoluyla kavramaktır. Bu dönemin felsefesi, insanın doğanın bir parçası olarak biyolojik bir varlık olduğunu ve akıl yeteneği sayesinde yaşamı daha iyi bir hale getirebileceğini öne sürmüştür. İdeal olarak, mutluluğu ve doğruluğu özgürce keşfedebilen bir insanlık tasavvur edilmiştir. Akla verilen bu değer, ekonomik, siyasal ve diğer pek çok alanda önemli ilerlemelerin yaşanmasını sağlamıştır. Bu ilerlemeler, Fransız Devrimi gibi büyük sosyal değişimlere ve Sanayi Devrimi gibi üretimle ilgili temel dönüşümlere yol açmıştır. Bu tarihi olaylar, Aydınlanma döneminin karakterini şekillendiren etkiler yaratmıştır.

📚 EK BİLGİ:

  • Fransız Devrimi= Fransız Devrimi, 15. yüzyıldan itibaren yaşanan gelişmelerin ve 18-19. yüzyılın felsefi akımlarının doğal bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Halkın genel yoksulluğuna karşın kraliyetin aşırı zenginliği, devrimin en belirgin tetikleyicilerinden biri olmuştur. Ancak devrimin altında yatan daha derin nedenler arasında, artan okuryazarlık oranları ve bağımsız yayıncılığın teşvik edilmesiyle toplumsal bir dönüşüm yaşanması; bu dönüşümü yönlendiren Fransız entelektüelleri ve onların felsefi düşünceleri yer almaktadır. Aydınlanma dönemiyle güçlenen özgürlük idealleri, sosyal adaletsizlik ve eşitsizlikler karşısında halkın kraliyete karşı ayaklanmasını tetiklemiştir. Bu tarihi devrim, dünya çapında etkiler yaratmış, Fransa’da mutlak monarşiye son verilmesi ve cumhuriyetin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
  • Sanayi Devrimi= Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de başlamasıyla, hızlı üretim kapasitesine sahip fabrikaların inşası ve ulaşımın gelişimi sayesinde kültürel ve ekonomik alışveriş artmıştır. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler ile ekonomi odaklı felsefi yaklaşımlar, bu değişimin temellerini atmıştır. Bu gelişmeler, bazı kesimler için konforlu bir yaşam gibi olumlu sonuçlar doğururken, diğer yandan uluslararası rekabeti körükleyerek savaş gibi olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Ham maddeye ve yeni pazarlara olan talep, sömürgecilik faaliyetlerini ivmelendirmiş ve yaklaşık bir yüzyıl sonra güçlü ulusların arasındaki rekabet, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine sebep olmuştur.

18. Yüzyıl -19. Yüzyıl Felsefesinde Öne Çıkan Problemler;

  • Bilginin Kaynağı
  • Birey-Devlet İlişkisi
  • Ahlakın İlkesi
  • Varlığın Oluşu

Bilginin Kaynağı

Bilimsel ilerlemeler, Batı dünyasının bilgiye olan perspektifini dönüştürmüştür. 17. yüzyılda, bilimsel metodun felsefeye entegre edilmesi girişimleri görülmüş; 18. yüzyılda ise akıl yoluyla aydınlanmış, doğru bilgiye ulaşma çabaları öne çıkmıştır.

Bu bağlamda filozoflar, bilginin mahiyeti üzerine yoğunlaşarak, onun doğası hakkında çeşitli düşünceler geliştirmişlerdir. “Bilgi nedir?”, “İnsan hangi bilgilere erişebilir?” ve “Bilginin bir limiti var mıdır?” gibi temel sorular sorgulanmıştır.

Doğru bilginin elde edilebileceği konusunda fikir birliği içinde olan bu dönemin düşünürleri, bilginin kaynağı konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bilgiyle ilgili ana problem, bilginin ne olduğu ve insanın bunu nasıl kazandığıdır.

Bilgi konusundaki tartışmalar, felsefenin iki temel akımı olan rasyonalizm ve empirizm aracılığıyla şekillenmiştir. Rasyonalizm, bilginin gözlem veya deneyime ihtiyaç duymaksızın, yalnızca akıl yoluyla elde edilebileceğini savunurken; empirizm bilginin deneyimden kaynaklandığını ve deneyimle bağlantılı olduğunu öne sürer.

18. yüzyıl düşünürü Kant, bu iki akım arasında bir köprü kurarak, bilginin hem akıl hem de deneyimle şekillendiği tezini geliştirmiştir. Rasyonalizmin önde gelen temsilcilerinden 17. yüzyıl filozofu Descartes, empirizmin öncüsü 17-18. yüzyıl düşünürü J. Locke ve bu iki düşünceyi birleştiren 18. yüzyıl filozofu Kant’ın bilgiye dair fikirleri, bu alandaki önemli görüşler arasında yer alır.

Bilginin Kaynağına Yönelik Görüşler

  • Descartes:
    • Descartes, şüphe götürmeyecek ve diğer bilgiler için bir temel teşkil edebilecek net ve açık bir bilgi arayışı içerisindedir.
    • “Düşünüyorum, o halde varım” ifadesiyle varlığını kesin bir bilgi olarak kabul ettiğinde, bilginin kökenini akılda bulduğuna karar verir.
    • Onun görüşüne göre, bilgi edinme süreci sonradan kazanılan deneyimlerden ziyade, insanın doğuştan sahip olduğu akıl ilkeleriyle mümkündür.
    • Matematik ve geometri gibi alanlardaki bilgilerin kesinliğini akıl ile açıklar ve doğru bilginin kaynağını akıl olarak işaret eder.
  • J. Locke:
    • Descartes’ın doğuştan gelen bilgi tezine karşı çıkarak, bilginin doğuştan değil, yaşanılan deneyimlerle kazanıldığını öne sürer.
    • İnsanların duyu organları aracılığıyla, zihinlerinin ötesinde yer alan dış dünyadan çeşitli izlenimler aldığını ve bu izlenimleri zihinlerinde işleyerek bilgiye dönüştürdüğünü savunur.
    • Locke’a göre, insan zihni doğduğunda boş bir tahta (tabula rasa) gibidir ve kişi yaşadığı deneyimlerle bu boş tahtayı doldurur, böylece bilgi edinir.
  • Kant:
    • “Duyusal verisiz kavramlar işe yaramaz, kavramsız duyumlar ise anlamsızdır” diyerek, duyusal veriler olmadan zihinde bulunan kavramların işlevsiz olduğunu ve yalnızca bu kavramlara dayanarak anlam çıkarmaya çalışmanın zihni yetersiz kıldığını ifade eder.
    • Bilgi edinme sürecinde hem duyusal verileri hem de akıl yürütmeyi kullanan insanın bu iki yöntemi birleştiren bir yaklaşım geliştirdiğini belirterek, rasyonalizm ve empirizmi sentezleyen bir perspektif sunar.
    • Kant’a göre, insan dış dünyadan duyularıyla veri toplar ve bu verileri akıl yürütme yetisiyle işleyerek bilgiye dönüştürür.
    • Bu yaklaşımıyla Kant, kritik felsefe ya da kritisizm olarak bilinen bir yöntem önermiştir.

Birey-Devlet İlişkisi

17. yüzyıl düşünce dünyasında, mutlak monarşi temelli devlet yapıları üzerinde yoğunlaşılmış ve devletin tüm güçleri üzerinde mutlak bir kontrol sahibi olmasının birlik ve dayanışma için gerekli olduğu düşünülmüştür. Ancak, bu yaklaşıma ilk kapsamlı itiraz J. Locke tarafından gerçekleştirilmiştir. Locke, mutlak monarşi anlayışına karşı çıkarak, bireysel özgürlüklere dayalı liberal bir devlet yapısını savunmuştur.

  • Locke:
    • Locke, insan doğasını temel alır ve toplumsal sözleşme teorisini benimser, ancak düşünceleri onu mutlak monarşiye yönlendirmez.
    • Locke’a göre, insanlar doğal durumda özgür ve eşit yaşarlar, birbirleriyle uyum içinde bulunurlar.
    • Ancak bir kişi bu düzeni bozup başkasına zarar verdiğinde, zarar gören kişinin, zarar verene karşılık verme hakkı vardır.
    • Locke, insanların intikam duygusuna kapılarak adaletsiz cezalar verebileceklerini ve bu durumun toplumsal kaosa yol açabileceğini ifade eder.
    • Bu sebeple, bireylerin haklarını koruma altına almak adına, kendi rızalarıyla haklarını bir siyasi otoriteye, yani devlete aktardıklarını söyler.
    • Böylece meşru yönetimin temeli, genel iradeye dayanır.
  • Montesquieu:
    • Montesquieu, uluslararası ilişkileri düzenleyen hukuku devletlerarası hukuk, devletin iç siyasetini düzenleyen hukuku siyasal hukuk ve bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuku ise medeni hukuk olarak tanımlar.
    • Bir toplumda yasaların karakterinin, o toplumun kendisi tarafından şekillendirileceğini vurgular.
    • Montesquieu, insanların özgür iradeye sahip olduğunu ve bu özgürlüğün korunabilmesi adına güçler ayrılığı prensibini savunur.
    • Devlet yapılarında yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç farklı gücün mevcut olduğunu ve özgürlüklerin sınırlandırılmaması için bu güçlerin birbirlerini dengelemesi gerektiğini ifade eder.
    • Montesquieu’nun bu görüşleri, modern devlet sistemlerinin temelini oluşturan ve güçler ayrılığını teorize eden ilk düşünce yapılarındandır.
  • Rousseau:
    • Rousseau, insanların bir arada yaşamak için zorunlu bir “toplumsal sözleşme” oluşturduğunu ve bu anlaşma temelinde devletin ortaya çıktığını savunur.
    • İlk devletin kurulmasıyla diğer devletlerin de oluştuğunu, devlet sayısının zamanla artışının savaşlara yol açtığını iddia eder.
    • Toplumsal sözleşmenin, adaletsizliklere çözüm getirmek amacıyla oluşturulmuş olmasına rağmen, insanları esasında bir tür köleliğe sürüklediğini öne sürer Rousseau.
    • Geriye, doğal hale dönüşün artık mümkün olmadığını, çünkü insanların bu paradokstan kurtulmasının olanaksız olduğunu belirtir.
    • Ona göre, yapılması gereken, doğal yaşamı destekleyen yasaların oluşturulmasıdır.
    • Toplumda var olan kötülüklerin yok edilmesinin tek yolu, medeni toplumun yasalarla düzenlenerek uyumlu bir yapıya kavuşturulmasıdır.
    • Rousseau bu düşünceleriyle, medeni toplumun yasal bir düzen içinde işleyebileceğine inanır.

Ahlakın İlkeleri

18. ve 19. yüzyılların felsefi düşüncesinde, toplumda yaşanan olayların bir sonucu olarak, aklın öncelik kazandığı bir eğilim göze çarpmaktadır. Bu dönemdeki düşünürler, aklı ahlaki değerlendirmelerin merkezine yerleştirerek ahlakı anlamlandırma ve yorumlama çabası içine girmişlerdir. Bu bağlamda, Kant ve Bentham’ın fikirleri özellikle dikkate değerdir.

Kant’ın felsefesinde, iyi niyet ya da iyi isteme, koşullar ne olursa olsun her zaman doğru kabul edilen prensiplere uygun davranışı ifade eder. Bu tür davranışlar, akılla yönlendirildiği için, diğer canlıların ve insanın içgüdüsel hareketlerinden ayrılır. Bir insan, bir eylemi yalnızca o eylemin iyiliği için, içten bir akıl yürütmeyle seçerse, orada gerçek bir iyi niyet söz konusudur. İyi niyet, koşulsuz olarak ahlaki değeri olan eylemlerin gerçekleştirilmesini temsil eder. Kant, ahlakı ve iyiliği, eylemlerin sonuçlarına bakmaksızın, bu eylemlerin temelindeki niyetlere göre değerlendirir.

Önemli olan, Kant’ın ifadesiyle, bu niyetlerin ödevle uyumlu olmasıdır. Kant, iyi niyet kavramını ödev ile birlikte ele alarak, bu terimin eyleme dönüşümünü de açıklar. Ona göre, ödev, bireyin kendi özgür iradesiyle kabul ettiği, koşulsuz, içsel ve vicdani emirlere dayanır. Ödev, herkes için geçerli olup, kişisel arzulara ve isteklere bağlı olmayan evrensel bir ahlak prensibi sunar. Bu nedenle, bir irade yalnızca ödevini yerine getirdiğinde iyi kabul edilir.

Kant, ahlak felsefesinde üç temel ilkeyi gündeme getirir, bunlar genellikle Kant’ın maksimleri olarak tanınır. Bu maksimler, bireylerin davranışlarını yönlendirerek onların ödevlerine uygun hareket etmelerini sağlayan evrensel kurallardır. Birey, bu kurallara göre hareket ederse, ödevine uygun davranmış sayılır.

Kant’ın Maksimleri;

  • “Öyle eylemde bulun ki eyleminin gerisindeki maksim, herkes için geçerli evrensel bir yasa olsun!”
  • “Kendinde ve başkalarında insanlığı bir araç olarak görecek şekilde değil de onu bir amaç edinecek şekilde davran.”
  • “Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak görevde bulunacağı şekilde davran.”

Bentham, ahlaki değerlendirmeleri utilitarist bir bakış açısıyla, yani faydacılık prensibi üzerinden yapar. Ahlaki kararların ve davranışların temelinde, Bentham’a göre, insanın doğal eğilimi olan acıdan kaçma ve hazzı arama güdüsü yatar. Bilinçli ve akıllı bir şekilde yapılan bu seçimler, bireye erdem kazandırabilir. Bir kişinin, bir durumda acıya karşı hazzı veya hazzın getireceği acıyı dikkatli bir şekilde değerlendirip daha fazla fayda sağlayacak olanı seçmesi gerektiğini savunur. Bentham, zaman zaman büyük hazların elde edilmesi için küçük acılara katlanmanın ya da büyük acılardan kaçmak adına küçük hazlardan feragat etmenin gerekebileceğini ifade eder. Onun görüşüne göre, insan mutluluğu, bireyin akıl yürütme yetisiyle kendi eylemlerini seçmesinde yatar.

Bentham, kötülüğün, insanın yanlış seçim yapmasından ötürü meydana geldiğini belirtir. Haz ve acıyı doğru bir şekilde tartamayan kişiler, kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bu kişiler, mutlu olma amacıyla hareket etmiş ancak bu amaca ulaşamamışlardır. Bentham’a göre, mutluluk, bireyin sosyal çevresiyle de ilişkilidir ve çoğunluğun yararına olan davranışlar, doğru davranışlar olarak görülür.

Varlığın Oluşu

Hegel’in felsefesinin temelini “Gerçek bütündür” ve “Akılcı olan gerçektir, gerçek olan akılcıdır” ifadeleri oluşturur. Bu sözler, Hegel’in düşüncelerinin özünü, genişliğini ve başlangıç noktasını yansıtır. Hegel’e göre, tüm varoluşlar, tek bir temel öz çerçevesinde ve belli bir düzen içinde mevcutturlar. Hegel’in felsefesinde “Tanrı”, “ruh”, “ideal”, “akıl” ya da “bilinç” gibi terimler, mutlak olanı ifade eder.

Başlangıçta, tin kendisiyle bütünleşik ve kendi varoluşu için mevcuttur, ancak henüz kendini tanımamaktadır. Kendi özünü anlayabilmesi için, tinin kendinden farklı olanı, yani karşıtını görmesi gerekir; bu karşıt doğadır. Tin, doğaya ve evrenin varlığına dönüşerek kendinden geçer ve kaybolur. Kaybedileni geri kazanmak, bir dönüşüm sürecini zorunlu kılar. Kendini tanıma amacı güden tin, doğayı bu yeni dönüşüme sürükler. Tin ve doğa bir uzlaşma içine girer. Bu sentezlenmiş yeni hal, tin ve doğanın harmonik birlikteliği olan insanı ortaya çıkarır. İnsanlık tarihi, böylece tinin kendini keşfetmesi ve tanıması için bir sahne haline gelir.

Tinin kendini tanıması ve bilmesi, Hegel’in varlıkların oluşumunu ve dönüşümünü anlatan temel bir prensip ve diyalektik kuralın ürünüdür. Bu kural, üç aşamalı bir gelişim sürecini tanımlar: tez (bir iddia), antitez (bu iddiaya karşıt görüş) ve sentez (bu iki görüşün birleşiminden doğan yeni iddia). Her yeni iddia, aynı zamanda bir sonraki diyalektik sürecin de başlangıcıdır.

Her varlık, içerisinde taşıdığı potansiyelle bir şey olma yeteneğine sahiptir. Varlıkların, olası gelecek hallerine ulaşabilmeleri için, özlerinin zıddına dönüşmeleri, yani başkalaşmaları gerekmektedir. Bu diyalektik süreç sonucunda, yeni bir sentezle, varlıkların olabilecekleri hale dönüşmeleri sağlanır. Örneğin, bir elma çekirdeği aynı zamanda bir ağaç ve sonrasında ağacın meyvesi olma potansiyeline sahiptir. Çekirdekten meyveye ve meyvenin içindeki çekirdeğe geri dönüş, diyalektik bir sürecin örneğidir. Çekirdek, uygun koşullar altında toprağa düşüp filizlendiğinde, tohum olma durumundan çıkar. Bu gelişim sırasında, henüz yeni çekirdekler barındırmayan bir beden oluşturur. Uygun büyüme koşulları altında, bitki çiçek açar, meyve verir ve böylece yeni çekirdekler üretir.

Hegel, “Tarihte Akıl” eserinde, “Güneşin altında yeni bir şey yoktur” diyerek, doğanın diyalektiğini sürekli bir döngü olarak tanımlar. Hegel’in düşüncelerine göre, her varlık ve kavram diyalektik bir sürecin parçasıdır. Ancak insanlık tarihi, bu döngüyü aklın gücüyle aşmış ve hem yaşamını hem de bilgisini sonraki nesillere aktarabilmiştir.

18-19. Yüzyıl Felsefesinin Dönemin Dil ve Edebiyatı ile İlişkisi

18. yüzyılda, matbaaların sayısındaki hızlı artış Avrupa’nın birçok bölgesinde yeni yayınların ortaya çıkmasına olanak tanımıştır. Bu zaman zarfında, büyüyen burjuva sınıfının etkisiyle, dil ve edebiyat gibi alanlara olan ilgi artmış ve bu da felsefe ve edebiyat ürünlerinin çoğalmasına katkıda bulunmuştur. Akıl, deneyim, ilerleme, özgürlük, insan hakları, adalet ve eşitlik gibi temalar sıkça ele alınmıştır.

Edebiyat, felsefenin genel halka ulaşmasında kritik bir rol oynamıştır. Birçok filozof, edebi eserler de yazarak düşüncelerini yaymıştır. Dil ve edebiyatla uğraşan yazarların çalışmalarında da felsefi düşüncelerin izlerine rastlanır. Felsefi ve edebi eserlerin artması, düşünsel çeşitliliği genişletmiş ve toplumun aydınlanma sürecine büyük katkılar sağlamıştır.

18. ve 19. yüzyıllarda, felsefe ile dil ve edebiyat arasındaki ilişki, özellikle Fransa başta olmak üzere Avrupa genelinde gözlemlenmiştir. Fransa’da Voltaire, Montesquieu ve Rousseau gibi düşünürler önemli felsefi çalışmalar yapmışlardır. Bunlar arasında, d’Alembert ve Diderot gibi isimlerin katkıda bulunduğu, dönemin en tanınmış yayını olan Ansiklopedi de yer almaktadır. Eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınan bu eserler, dönemin bilgi birikimini yansıtmaları ve geniş okur kitlesi tarafından benimsenmeleri açısından büyük önem taşır. Eserleri aracılığıyla kültürel etkileşimi artıran yazarlar, halkın aydınlanmasına katkıda bulunmuş ve Fransız Devrimi’nin zeminini hazırlamışlardır.

Fransız Devrimi’nin etkileriyle, 18-19. yüzyılın sonlarına doğru, aristokrasi rejiminin yıkılması, duygusal ve düşünsel ifadelerin ideal biçimlerde serbestçe ifade edilmesine imkan tanıyan bir atmosfer yaratmıştır. Bu atmosfer, romantizm akımının edebiyatta ortaya çıkmasına öncülük etmiştir. Romantizm; duygusallığı, coşkuyu ön planda tutan ve sade bir dil kullanımını benimseyen, toplumun tüm kesimlerine seslenen bir edebi akımdır. 19. yüzyılda Victor Hugo tarafından bu akımın ilkeleri belirlenmiş ve hem felsefe hem de edebiyat üzerinde etkili olmuştur. Romantizme tepki olarak doğan realizm akımı, insan ve toplum gerçeklerini detaylı bir şekilde ele alarak dönemin felsefi ve edebi akımlarına yön vermiştir. Tolstoy ve Dostoyevski bu akımın önde gelen yazarlarıdır.

Romantizm ve realizm, 19. yüzyıl Türk edebiyatı ve düşünce dünyasını da etkilemiştir. Türk edebiyatındaki bu akımların öne çıkan temsilcileri arasında Namık Kemal, Ahmet Mithat, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit Tarhan ve Ziya Paşa bulunmaktadır.

18. Yüzyılda Öne Çıkan Felsefi İçerikli Edebi Kitaplar;

  • Voltaire ➡️ Candide
  • Jonathan Swift ➡️ Gulliver’in Gezileri
  • Daniel Defoe ➡️ Robinson Crusoe
  • Goethe ➡️ Genç Werther’in Acıları
  • Rousseau ➡️ Emile
  • Tolstoy ➡️ Anna Karenina
  • Dostoyevski ➡️ Karamazov Kardeşler
✍ Ders Notları
12 Ders Saati📂 11. Sınıf Felsefe
Bu Yazıda Geçen Terimler
Sistememizde bu yazıda bahsi geçen kişilere ait bir biyografi bulunamamıştır.
Benzer İçerikler
MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri
Felsefe

MS 2. Yüzyıl-MS 15. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

İçeriğe Git>
20. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri
Felsefe

20. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

İçeriğe Git>
MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri
Felsefe

MÖ 6. Yüzyıl-MS 2. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

İçeriğe Git>
Bilgi Felsefesi
Felsefe

Bilgi Felsefesi

İçeriğe Git>
Düşünme ve Akıl Yürütmenin Temel Kavramları
Felsefe

Düşünme ve Akıl Yürütmenin Temel Kavramları

İçeriğe Git>
15. Yüzyıl-17. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri
Felsefe

15. Yüzyıl-17. Yüzyıl Felsefesinin Ayırıcı Nitelikleri

İçeriğe Git>
Copyright © 2024 Bikifi
Star Logo
tiktok Logo
Pinterest Logo
Instagram Logo
Twitter Logo